Sağlık kamusal bir meseledir. Sağlığın bireysel olarak algılanmasına, toplumda öyle algılanması için çalışılmasına, toplum sağlığının korunması için yapılması gerekenlerin usulca vatandaşların üzerine bırakılmasına, devletin bu konudaki ödev ve sorumluluklarından “profesyonel” bir şekilde sıyrılmasına alışmamamız gerek.
Sağlık herkes için bir haktır. Müşteri değil, vatandaş olduğumuzun bilincinde olarak, sağlığa erişim konusunun bir “ticari mesele” haline getirilmesine karşı çıkmamız, vergisini, primini ödediğimiz bir hizmet için ayrıca cebimizden para ödemeye itiraz etmemiz gerek.
En yaygın tanımıyla “bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali” olan sağlık, bütüncül bir kavramdır. Sağlığa erişim için getirilecek -ırk, din, politik görüş, inanç, ekonomik ve sosyal durum vb.- en küçük koşulun ayrımcılık anlamına geleceğini ve bunun da başta Anayasa olmak üzere yasalara ve pek çok uluslararası sözleşmeye de aykırı olduğunu bilmemiz gerek.
Doğduğumuz, büyüdüğümüz, yaşadığımız yer, içinde bulunduğumuz çevre, barınma ve çalışma şartlarımız, beslenmemiz, sosyo-ekonomik koşullarımızın tamamı sağlıklı olma durumumuzu etkiler. Bu yüzden, hastalandıktan sonra astronomik paralar ödeyerek sağlık hizmetine erişmeye çalışmaktan çok, hastalanmamıza neden olan koşulların ortadan kaldırılması gerektiğinin farkında olmamız, bunu talep etmemiz ve bunun için mücadele etmemiz gerek.
Bir kişinin hastalığı sadece kendi sorunu, bireysel bir sorun değildir. Ailesinden ve yakın çevresinden başlayarak bütün toplumun sorunudur. COVID-19 pandemisi sürecinde, bunun ne anlama geldiğini somut olarak yaşadık, gördük hepimiz. COVID-19 pandemisinin daha da görünür kıldığı gerçekleri aklımızdan çıkarmamamız ve idarenin “PR jargonlu” tuzaklarına düşmememiz gerek.
***
Ne var ki, neoliberal politikaların tetikçisi AKP iktidar(lar)ı geçen 20 yılda, sağlığın bu niteliklerinin aşındırılması konusunda (daha öncekilere kıyasla) çok yol kat etti. Önce, göz boyayan uygulamalarla kışkırtılmış bir sağlık talebi yarattı. Ardından, sağlık harcamaları için cepten yapılan ödemelerin oranını giderek artırdı. Koruyucu sağlık ihmal edildi. Sağlığa ve sağlık hizmetlerine erişim zorlaştı ve eşitsizlik arttı. Giderek olumsuzlaşmakta olan bu tabloya pandeminin yarattığı olağandışı koşullar eklendi.
Şimdi, insanlar sağlık hizmetine erişim için hastanelerden randevu bile alamaz duruma geldiler. Randevu süreleri sadece 5 dakikayla sınırlandı. Kronik hastalıkların ve COVID-19 dışı hastalıkların tedavileri aksadı. Neoliberal politikaların etkisiyle çalışma şartları giderek olumsuzlaşan, itibarsızlaştırılan ve sağlıkta şiddetin odağında bırakılan sağlık çalışanları tükenmişlik içerisine girdiler. Yurtdışına gitmek isteyen hekimlerin sayısı hiç olmadığı kadar arttı.
Tüm bunların üzerine ekolojik, ekonomik ve siyasi krizler eklendi. Bir “kusursuz fırtına”nın ortasındayız sanki.
***
Amerikalı yönetmen Michael Moore’un yazıp yönettiği 2007 yılı yapımı “Sicko (Hasta)” isimli filmi hatırlarsınız. Kâr odaklı Amerikan sağlık sisteminde, özel sigorta şirketleri, ilaç şirketleri ve işbirlikçi siyasetçiler aracılığıyla vatandaşların nasıl istismar edildiği, hiç sağlık sigortası olmayanlar bir yana, sağlık sigortası olan yurttaşların bile bir süre sonra artan prim ödemeleri, fahiş katkı/katılım payları nedeniyle sistemin dışına nasıl atıldıkları, sağlık hizmetine erişimden yoksun kalışları ve nasıl yoksullaştırıldıkları anlatılır. Amerikan sağlık sisteminin absürdlüğe varan akıl dışılığı ve yıkıcı sonuçları çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilir filmde.
Absürdlükten söz açılmışken; absürdizmin öncülerinden kabul edilen Albert Camus’yu anmadan geçmeyeyim.
Albert Camus’nun, 1960 yılında bir trafik kazasında yaşamını yitirmeden önce, dostlarına sık sık en absürd ölüm şekillerinden birinin trafik kazasında ölmek olduğunu söylediği aktarılır.[1] [2] Bu böyle, çok mistik bir şeymiş gibi anlatılır. Oysaki, trafik kazasının kendisi değil de, beklenmeyen, dışarıdan gelen ya da önlenebilir bir nedenle birden bire yok olmanın absürtlüğüdür aslında Camus’nun sözünü ettiği…
COVID-19’dan ölmek gibi mesela; ya da herhangi bir önlenebilir hastalıktan. İş kazasında sakatlanmak, ölmek gibi ya da.
Kendi var oluşumuzdan kaynaklı hakkımızı kullanabilmek için şirketlere para ödemek durumunda kalmamız gibi mesela. Bir insan hakkı için para ödenmesinin absürdlüğü yani…
Kimsenin ulaşamadığı devasa şehir hastaneleri için yandaş firmalara hasta garantisi verilmesinin absürdlüğü. Ya da kendi iradelerinde olmadığı halde, çocuklarımızın dünyaya “borçlu” gelmesinin absürdlüğü…
Ve bütün bu olan bitenin üstünün “veri, bilgi saklayarak” örtülmeye çalışılmasının absürdlüğü…
Bizim yaşadığımız işte Sicko filmindeki gibi; bir nevi “Camus’sal” sağlık yani…
***
Yıllardır, sağlık çalışanlarının özlük hakları ve toplumun sağlık hakkı için mücadele eden Türk Tabipleri Birliği (TTB), 3 yıl arayla görevleri başında katledilen Dr. Ersin Arslan (2012) ile Dr. Kamil Furtun’un (2015) ölüm yıldönümleri olan 17 Nisan ile 29 Mayıs tarihleri arasında “Emek Bizim Söz Bizim, Sağlık Hepimizin” başlığı ile bir imza kampanyası düzenliyor. İmza kampanyasının sona ereceği 29 Mayıs tarihinde ise Ankara’da 9 sağlık meslek örgütünün katılımıyla bir miting gerçekleştirilecek.[3] Mitingin yeri ve saati önümüzdeki günlerde açıklanacak.
İmza kampanyasına ve mitinge konu olan “10 Acil Talep” metnini ve imza kampanyasını içeren linki buraya bırakıyorum. Ben imzaladım. Sağlık hakkına sahip çıkan ve bu absürdlüğün içinde yaşamaya itiraz eden herkes imzalamalı ve 29 Mayıs’ta düzenlenecek mitinge destek vermeli.
[1] https://www.britannica.com/story/how-did-albert-camus-die
[2] https://www.irishtimes.com/culture/how-absurd-the-world-as-albert-camus-saw-it-1.1581045
[3] https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=8d3da174-c61a-11ec-8bef-40694c436a49