11.4 C
Ankara

‘Tek patlıcan, tek bayrak, tek adam’

Paylaş:

Yeni DEVA’lı eskinin AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’ün, 6 Ocak 2009’da Habertürk’teki “Türkiye’nin Nabzı” programında, iktidarın yaptığı yardımların oy olarak geri dönüp dönmediğinin sorusu üzerine verdiği yanıt hala aklımda: “Ne yapsalardı yani, hem kömür alıp hem de beddua mı etselerdi?” Memleketi getirdikleri bugünkü duruma bakınca insanın “keşke etselerdi” diyesi gelmiyor değil…

Bugünlerde tüm ülkenin insanıyla, ağacıyla, hayvanıyla taşıyla toprağıyla yaşadığı çoklu krizlerin temel birkaç yönlü sebebi var. Bu krizler karşısında insanlar artık o kömürü alır ama bedduasını da eder. Ancak sanılmasın ki beddua ediyor olması AKP’ye veya direkt Erdoğan’ın şahsına oy vermeyeceği anlamına gelmiyor. Yapılan anketler, yaşanan çıkmazlar, liberal goygoylar başka fikirlere savursa da durumlar böyle gelişmeme ihtimaline gebe.

Gramsci’nin “çelişkili bilinçlilik” olarak adlandırdığı bir durumu yaşıyoruz sanki.

AKP neoliberalizme şahlanma yaşattı; özelleştirmeler, piyasalaştırma, esnekleştirme, güvencesizleştirme, serbestleştirme… AKP, hâkim sınıfların sermayesine sermaye kattı; ama bağımlı sınıfların sefaletine de sefalet… Sefalete, yoksulluğa, açlığa rağmen -türlü dalavere dönse de- katıldığı her seçimden de galip çıktı. Bu aradaki çelişki bir sorunsal olarak hala karşımızda.

Richard Sennett diyor ya “genellikle, özgürlüklerini ellerinden alan karizmatik bir lidere sadakatle bağlandıklarında olduğu gibi, insanları kendi çıkarlarına karşı birleştirmesi durumu” geçerli mi acaba? Ama dediğim gibi çelişkili bilinçlilik hali tam burada işliyor.

Zizek’e de kulak verelim: “Egemen ideolojinin işleyebilmesi için, sömürülen çoğunluğun, içinde kendi sahici özlemlerini görebileceği bir dizi özelliği de bünyesinde barındırması gerekir. Başka bir deyişle, her hegemonik evrensellik en azından iki tikel içeriği, yani hem sahici popüler içeriği hem de onun tahakküm ve sömürü ilişkileri tarafından çarpıtılmış bir biçimini bünyesinde barındırmak zorundadır.” Neoliberalizmin hayata sızması da böyle oluyor; yarattığı acımasız biçimsizliği, popülizmi “ortak duyu” olarak pazarlıyor. Zira pazarlayamayacağı herhangi bir şey yok…

Bu durum uluslararası alandan bağımsız değil. Sonuçta söz konusu olan kapitalizm ve birbirini beslemeye doymayan sağcılık. Sermayenin her türlü hegemonyasını sağlamlaştırma peşinde ve bunun için çeşit çeşit dil üretiyor. Yeni hegemonik diller kurarken veya hegemonyasını yeniden üretirken emperyalist hedeflerini ve heveslerini Türkiye gibi ülkelerde yerlileştirme projelerine de dönüştürüyor. Bu, hegemonya krizlerine cevap olabileceği gibi, kapitalizmin krizlerine de seçenek olabiliyor.

Bu veriler ışığında bakınca dünyanın sürekli yoksullaşması ile sürekli sağcılaşması arasındaki bağı görmek mümkün. Çünkü dayatılan gerçeklik dağıtılan kömürle de ilgili; dahası onda saklı.

Artan sağcılığın, otoriterleşmenin, büyüyen faşizmin ve yoksulluğun hala iktidar gruplarına yarıyor olmasının bu arka planına ek olarak önemli bir kaynak da muhalefet gruplarının ne yaptığıyla bağlantılı. Ülkemizde de yaratılan yıkımdan çıkmak için yaratılan yıkımın dili kullanılıyor. Bu, bu dilin toplumda da daha çok kabul görmesine yol açıyor. Normalleşiyor. İslamcıların, milliyetçilerin birbirine yedeklendiği bir kısır döngüyü tekrar inşa ediyor. Buna popülizmin, liderlik/tek adamlık heveslerinin, kendini demokrat/kapsayıcı olarak sunan irili ufaklı sağcı muhalefet partilerinin etkisi de bir hayli. Ve bu tamamen sağa çekmiş muhalefetin sessiz, amorf, tekrardan ibaret, sandığa tabi, geçersiz tutumu bizi nereye vardıracak?

Günlerdir Macaristan dinliyor ve okuyor olmamız belki bir işe yarar.

Orban ile Erdoğan arasında kurulan benzerlik yabana atılmamalı. Çünkü bu ülkeler özelinde bir durum olmanın yanında sistemle bağlantılı, büyüyen faşizmle, otoriterleşmeyle de ilgili bir süreç. Orban’ın partisi Fidesz’in seçim propagandası için muhalefetten 8 kat fazla para harcamış olması bile bize hem geçmişi hem yeni seçim yasasını hem yaşanabilecek ihtimalleri hatırlatmalı.

Öncelikle merkez sağ geleneği bu kadar yerleşmişken, liderlik sevdasının da ne denli etkin olduğunu görmek gerek. Memleketin bugünkü siyaset hali, partileri değil daha çok genel başkanları büyütmek üzerine kurulu. Türk seçmeninin ezeli lider hayranlığı sendromunu büyüttü. Ülkücülük ve İslamcılık gibi ana akım sağcılıkta birinci belirleyici olan liderlik yeni dönem popülist dalgayla iyice kitleselleşip çizgisini kalınlaştırdı. 1950’lerden beri bunu okumak zor değil; Özal’la belirginleşen süreç bugün şahikada. Birçoğumuza anlamsız gelen hareketin ardında da bu isteği okumak mümkün: bakınız İmamoğlu Alpaslan Türkeş’i anıyor, bakınız Kılıçdaroğlu Ozan Arif’i anarken onu Pir Sultan ile bir görebiliyor, bakınız Akşener nasıl büyüyor…

Burada gördükleri gerçek; Türkiye’de sağ partilerin, kendi ürettikleri arzuları, yarattıkları gerçekleri veya sermaye ilişkilerini yönlendirerek kendi iktidarını yeniden üretmeleri ve kitlelerin rızasını da sağlamaları. Liderleri ise bu yolla yaşadıkları dönemin ruhunu kişiliklerinde resmen tecessüm ettiriyor ve hatta arttık liberal kanat muhalefet liderleri de bu yolda yürüyor.

Erdoğan’a baktığımızda toplumun belli sabit karakterlerini kendinde birleştirdiğini görürüz; baba gibi, hami bir kabadayı gibi, ağabey gibi, ağlayabilen duygusal biri gibi vs. Kitleler ona bakınca arzularının ve korkularının buluştuğunu görürler. Ama bunlar dış etkenler. Ana mesele 2001 krizidir, 2008 krizidir, sermaye ilişkileriyle bütünleşmesi, devletleşmesidir, despotik emek rejimidir, sol düşmanlığıdır, dincilik ve milliyetçilik zehridir, yerleşen faşizmdir.

MACARİSTAS’A BAKIP NE GÖRMELİ?

“Faşizmin bileşenleri çoktur: ekonomik ve politik kriz, proleter yenilgi, sosyal demokrasinin başarısızlığı, devrimci liderliğin yokluğu veya iktidarsızlıktır.” Bu eksiklikler lider tercihini veya parti tercihini değiştirecek güce sahipken; aksi bir yöne kartopu misali büyümeye dönüşüyor.

2 Nisan’da Macaristan’da yapılan seçimlerde Viktor Orbán ve seçim koalisyonunun, muhalefetin kurduğu “6’lı ittifak”a 18 puan fark atarak yüzde 53’le parlamentoda mutlak çoğunluğu elde ettiğini gördük. Macaristan küresel finansal kriz sonrası yükselen yeni otoriter dalganın veya faşizmin önemli bileşenlerinden biri. Macaristan’a bakınca yenilen ittifakı görüp sadece Türkiye’deki ittifak üzerinden okumak ve hatta öncesinde o ittifakı Türkiye’deki muhalefete model sunmak liberal bir alışkanlık. Meseleyi sadece seçilen lidere indirgemek de büyük ölçüde hatalı. Evet seçilecek kişi önem taşıyor ama sağcılığı, faşizmi büyüten olguları es geçiyor. Neoliberalizmin içinde olduğu krizi ve büyüttüğü milliyetçi-muhafazakâr sağı ve onun iktidar projesini görmezden gelemeyiz. Türkiye, Macaristan, Polonya gibi ülkelerin temel benzerliği burada; liderleri de bu sebeple benzeşiyor, muhalefetleri de.

Çünkü muhalefetin sunduğu da farklı olmuyor.

Evet, Macaristan’daki isim de ortağı da bize benziyor ama muhalefet de benziyor; Orban’a karşı sahici bir ekonomik alternatif sunulmuş mu, neoliberal politikalara karşı durulmuş mu, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik, büyüyen açlık-işsizlik gündeme alınmış mı? Yoksa boş demokrasi söylemleriyle, olağanı kamufle etme çabasıyla yola mı düşülmüş? Macaristan’da İttifakın lideri Marki-Zay diyor ki “Yenilgimiz ülkedeki demokrasi eksikliğinin sonucudur” o zaman önce onun için mücadele etmek gerekmiyor mu? Eagleton’ın dediği gibi “faşizmin burjuva demokrasi görüntüsünün çok uzakta olmadığını hatırlatmak” gerek…

Erdoğan ve Orban, güçlü, “milletin çıkarlarını” bilen ve koruyan, alternatifi olmayan, tek adam portresiyle benzeşiyorlar. Hatta geçmişe vurguları, özlemleri, demagojileri, hasletleri vs. de benzeşiyor. Çünkü bunlar otoriter-sağ figürler. Ve bunlar faşizmi ihya ederler.

Eğer Türkiye’deki muhalefet rejimin dinci, milliyetçi dilini sürdürmeye devam ederse; neoliberal yıkıma make up’tan fazlasını öneremezse rejimin destekçilerinin sadakatine şaşmamalıdır.

Biliyoruz ki, Hitler Alman kapitalizminin bir ürünüydü; Orban ve Erdoğan da bundan ayrı değil. Günümüzün sorunu da Erdoğan’ın en büyük rakibi ve düşmanı da hala yoksulluktur.

YolTv’nin pazarda yaptığı bir röportajda bir teyze diyor ki “Tek patlıcan, tek bayrak, tek adam; her şeyi tek tek alıyoruz”.

━ bu yazardan

Dinbazlık ve Dilbazlık Artık Çalışmıyor mu?

Rahman Özçelik henüz 22 yaşındaydı. Bartın’da yaşamını yitiren madencilerdendi. AKP kurulurken doğmuştu,...

Adaletsiz kalkınma2: Kötülüğe sabırla dayanılan zamanlar

Geçen hafta yazıyı bitirirken Bertholt Brecht’in “Gaddarlık, gaddarlıktan doğmaz; artık gaddarlık olmaksızın...

Adaletsiz kalkınma: Fakruzaruret içinde gönüllü kulluk

2002’den bu yana AKP’nin vaad ettiği demokrasi ve refah ilk kez bu...

Retorikten Mugalataya AKP Pratikleri

"Hayaldi, gerçek oldu, Türkiye hazır, hedef 2023" Bu söz AKP’nin 2011 seçim beyannamesinden. Kimse...

Gezi’den 2023’e Bir Muktedirin Seyir Defteri

Erdoğan’ın gezi protestocularına hakareti daha sonra bu hakareti savunmak için söyledikleri 20...

Kılıçdaroğlu devletin durumunu güncelliyor

Siyaset bilimci Nimtz, içinde bulunduğu zamanı diğer bütün zaman dilimlerinden önemli gören...

Kılıçdaroğlu’nun havarileri, kuşkucuları: İrili ufaklı tek adamlar hikayesi

Bu yazı, CHP'nin çıkmazını görmeyi hedefliyor. İmamoğlu ve otobüsü bu çıkmazın önemli...

Sağcılık her kötülüğün babasıdır

AKP’nin 20 yıllık envai yıkıcılığının son dönemde yarattığı kamu kaygılarının odak noktasını...

İttifaklar, olasılıklar, hidralar

“Bu seçim ülkenin son şansı olabilir. Son demokrasi nefesi olabilir. Hata yapma...

AKP rejiminin ekokırım hali: ‘Külü vatandaşa, parası yandaşa’

Yıllardır AKP rejiminin bin bir yüzüne mecbur bırakıldık. Sermayenin konumu da buradan...

Minare ve Yoksulluk Arasında

Piyasa ve İslamcılık ikilisinin ülkeyi kasıp kavurduğu şu günlerde Marx’ın şu sözü...

Devletin güncel durumu: Şahıs devletinin portresi

Haftalardır yazdığım her şey siyasi ile ekonomik olanın ilişkisine dair. Kapitalizm ile...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz