15.1 C
Ankara

AKP rejiminin ekokırım hali: ‘Külü vatandaşa, parası yandaşa’

Paylaş:

Yıllardır AKP rejiminin bin bir yüzüne mecbur bırakıldık. Sermayenin konumu da buradan ayrı değil, diyalektik bir ilişki içinde.

Sünni tahakküm yaşamın her yanına sızıyor. AKP iktidarı, İslamcı tahakkümü bir yönüyle, bedenleri ve zihinleri kontrol altında tutarak icra ediyor. Bireyleri dinsel retorikle, ekonomik sömürüyle, yoksulluk kıskacıyla sıkıştırıyor. Bu düzeni, gericilikle birleştiriyor, sermayeyle kol kola bütüne yayıyor.

Bugün neoliberalizmin ve 20 yıllık Erdoğan rejiminin bağımlı sınıfların bilincinde, iradesinde yarattığı yıkım, gericiliğin yükselişinin kanıtı olduğu gibi, tekrar tekrar üretilmesine ve normalleşmesine de neden oluyor. Devlet bizatihi ve bililtizam gericiliği yayıyor, dayatıyor, kapitalizmi buradan besliyor.

Kapitalizmin iktidarda olması ve devamlılığını sürdürmesi adına yol açan bir rejim var ülkede. Lefebvre’nin “iktidar ritmi” dediği şeyle de epey uygun: “Sermayeye uygun olan ritim, üretimin (her şeyin üretimi: şeyler, insanlar, halklar vs.) ve yıkımın ritmidir (savaşlarla, ilerlemeyle, icatlar ve gaddar müdahaleler, spekülasyonla gelen yıkım). …” Ve çarpıcı bir cümleyle “sermaye […] kendi etrafında ne varsa dünya ölçeğinde öldürür. Sermaye inşa etmez. Üretir. Yükseltmez; çoğalır.” diyerek sermayenin “habis gücünü” de göstermeye çalışıyor.

Yaşanan “yıkımlar” sermayenin egemen tarzıyla iç içe. Buraya kişilerin/iradelerin/bedenlerin yıkımını dâhil ettiğimiz gibi, kamusal/ toplumsal olanın ve doğanın yıkımını da eklemeliyiz. “Sermayeyle kol kola bütüne yayıyor” dediğim şey tam da bu ve onun habis gücünü görmek adına önemli bir kapı aralıyor.

Ali Bulaç diyor ki: “İslamcılık belli bir tarihte ortaya çıkıp tarihe intikal eden siyasi ve ideolojik bir akım değildir; aksine her yeni durumda işleyen ve kendini üreten bir süreçtir” hem doğru hem yanlış. İslamcılık bir ideolojidir ve oldukça pragmatiktir. Bu sebeple de her yeni durumda işleyen ve kendini üreten bir süreçtir. Neoliberalizmle “muhteşem” bütünleşmesi bundandır.

Yaşadığımız son 20 yılın, neoliberalizmin yeni bir hegemonya projesi etrafında kutsanması ve aynı zamanda AKP’nin devletleşmesi, devletin de partileşmesi şeklinde cereyan etti. Tanık olduğumuz şey 1980’lerle başlayan neoliberalleşme politikalarının uzantıları ve yıkıcılığı, bu düzen İslamcı ekonomi-politik müktesebatın bir parçası ve bu da AKP’nin unsurları…

AKP’nin omurgasını İslamcı sermaye grupları, 15 Temmuz öncesi Gülencilerin bağlantıları, vakıf-dernek-cemaat ağı, elindeki belediyeler ve bugün “ Erdoğan’ın beşlisi” haline gelen sermaye grupları oluşturuyor. AKP’li yıllar sermaye birikim rejimi kendinden önceki neoliberal süreci devralmış olsa da, kendi politik ve ideolojik gündemiyle de kendine has müdahalelerle şekillendi. Büyüme motoru olarak inşaat seçildi, bir “lokomotif” işlevi yüklense de hem partinin hem ideolojilerinin ruhuna da fazlasıyla uygun bir tercih oldu. İnşaat odaklı büyüme, İslamcı sermayenin de iktidarıyla bütünleşti. Politik temsiliyetini AKP’de bulan veya artık Erdoğan rejimine mecbur olan büyük burjuvazi fraksiyonu haline gelen sermaye gruplarıyla karşı karşıyayız. Ve bu gruplar bugün ülkeyi talan ve yağma anlayışıyla peşkeş çekiyor, bozuyor, yıkıyor, mahvediyor… Dizginsiz bir anlayışla; her şey sermayeninmiş gibi dayatılıyor. İktidar ve sermaye bu dizginsizliğin paydaşı ve habis gücünü her fırsatta gösteriyor. Doğanın yıkımı buna çıplak bir örnek.

Aşırı kâr hırsı yıkım ve yok oluş getiriyor. Memleket; eko-sistemden iklime, hayvan popülasyonuna kadar bir dizi şeyle sınanıyor. Ülkenin kuşların göç yoluna yapılan havaalanı var. 4300 tür bitkinin yer aldığı Zilan Vadisi’ni yok etmek gibi, koruma altındaki keçiler, ceylanlar için avcılık ihaleleri açmak gibi, İstanbul’a kanal yapmak gibi, Akkuyu Nükleer santrali gibi… çeşit çeşit yok ediş gerçeklikleri var. Yanan, yok edilen ormanlar, tarım arazileri; madenler, termik santraller, yükselen sıcaklıklar, nesli tükenen/tüketilen türler, su krizi…gündemi var.

“Yeryüzünde insanın var olduğu zaman diliminde ilk defa bu kadar çok tür yok olma tehlikesi yaşıyor. Dünya, altıncı en büyük kitlesel yok oluş evresinde. Geçmiş yok oluşlardan farkı olarak bugünkü yok oluş insan marifetiyle meydana geliyor ve insanlık tarihinde tanık olmadığımız boyutlarda” böyle bir gerçeklik var.

Dönüp Türkiye’ye baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz; ülke karış karış yağma-talan politikalarının bir parçası haline gelmiş. Ormanlardan, ırmaklara, göllere, tarım arazilerinden, hayvanlara, tarihi doğal-kültürel varlıklara kadar her şeyi yok etmeye and içilmiş. Sanırsınız Yüzüklerin Efendisi, Sauron ve Saruman ortaklığı…

Kaz Dağlarından Kuzey Ormanlarına, İkizdere’den İkizköy’e, Salda’dan Afşin’e, Hopa’dan Bodrum’a, Tokat’tan Yatağan’a, Antalya’ya, Rize’ye; Milas’tan Giresun’a, Ayvalık’tan Sivas’a, Manisa’ya, Bayramiç’e, Validebağ’a, Kocaeli’ne, Çine’ye… hem yabancı şirketlerin hem yerli sermayenin iktidar ortaklığıyla dört bir yandan yok ediş projeleri hayatımızın ve doğal yaşamın devamlılığının tam ortasında patlayan bombalar gibi.

Bakın kaç gündür İkizköy’ün haliyle yüzleşiyoruz. Yılların zeytin ağaçları, devletin jandarması nezaretinde sermayeye feda ediliyor. Bir taraftan sermayenin habis yüzüyle karşılaşıyoruz, diğer taraftan Eagleton’ın “polis ve ordu gibi devlet aygıtlarının burjuva liberal egemenliği altında sahip olduğu görece belirgin özerklik, faşizm altında buharlaşır ve bu kurumların devletle gerçek bütünleşmesini ortaya çıkarır.” dediği bir gerçekle…

YK Enerji yani Limak ve İçtaş ortaklığı, Yeniköy-Kemerköy termik santralleri işletmecileri –ki genellikle sadece Limak’ın adı veriliyor; buna özellikle dikkat edip, İçtaş’ın aradan sıyrılmasına müsaade edilmemeli– İkizköy Akbelen’de yaşamı yok etmeye çalışıyor. Sanki işlettikleri termik santrallerle yok etmiyorlarmış gibi… AKP’li yıllarda özelleştirilen Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan Termik Santralleri’nin bulundukları yerlere verdikleri zarar sadece orada kalmıyor; Datça’ya Girit’e hatta Mısır kıyılarına kadar ulaşabiliyor; ama sorsanız ilk cevap, bacalarda filtre olduğu; sanki koruyormuş gibi, sanki bütün olumsuzluklar filtre ile bitiyormuş gibi…

Sadece Muğla’da elektrik üretiminde aktif santral sayısı 30’dan fazla; 22’sini kömür ve HES’ler oluşturuyor. Bölgede ayrıca 100’den fazla mermer ocağı ve 70’ten fazla fabrikası bulunuyor. En az 450 taş ocağı olduğu biliniyor. Bunların kurulması için de ormanlar ve yaşam alanları yok ediliyor. Kömür ocaklarının yarattığı en büyük tehditlerden biri yeraltı su kaynaklarını yok etmesi. Şu an Muğla-Milas’ta, sadece sondaj kuyuları yüzünden Karacahisar’da su kaynakları kayboldu. Milas-Çamköy de Yeniköy-Kemerköy Termik Santrallerine verilirse, Bodrum da dâhil bütün yöre önemli bir su kaynağını yitirmiş olacak.

Ağaoğlu’na peşkeş çekilen Tuzla Sulak Alanı var. Bu kıyamet projesinin detaylarını Bahadır Özgür etraflıca yazdı. Korunması gereken özel bir bölge; ama Milas Belediyesinin nasıl bir acelesi varsa artık, ilk etaba ruhsat verebildi.

Ekoloji Birliği Eş Sözcüsü ve Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Süheyla Doğan, diyor ki “TEMA tarafından hazırlanan raporlara göre Kazdağları’nın yüzde 80’i, Artvin’in yüzde 71’i, Muğla’nın yüzde 59’u, Erzincan-Tunceli’nin yüzde 52’si metalik madencilik için verilen arama ve işletme ruhsatları ve ihalelik maden alanları ile kaplanmış durumda. Bu oranlar çok yüksek… Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir madencilik anlayışının olduğunu düşünmüyorum. Korunmuş alanlar, su kaynakları, meralar, tarım alanları, ormanlar ciddi bir madencilik tehdidi altında. Çok uluslu ve yerli işbirlikçi şirketler ülkemizin yer altı kaynaklarını talan etmek için adeta yarışa girmiş durumda. Yürürlükteki maden yasasına göre de yapılan madenciliğin hiçbir kamu yararı yok. Kâr ve kazanç şirketlere, zarar ve risk ise halka… Her biri birer ekokırım projesi” ama bunları duyan yok.

Türkiye’de son 11 yılda 19 bin 454 maden arama ruhsatı verildiği ortaya çıktı…

Sadece Kaz Dağlarında 400 binden fazla ağaç katledildi. Anadolu’nun dört bir yanında işletilen maden ocakları ve siyanür tehlikesi var. 650’den fazla HES yapılmış, tarım alanlarını yok eden JES’ler kurulmuş durumda. Termik santraller ve tetiklediği iklim krizi, hastalıkların çoğalması ve yarattığı ekolojik yıkım ise ayrı bir boyut maalesef. Santraller yüzünden tarım, su kaynakları, ormanlar zarar görüyor, verim sürekli düşüyor. Afşin-Elbistan’a bakın; zehir saçıyor, ölüm getiriyor, bir kasabayı yok etti. Çelikler Holding’e satılan ve filtre sistemi kurulduğu söylenerek çalışma izni verilen Afşin-Elbistan Termik Santraline kimse dokunamıyor. “Külü vatandaşa, parası yandaşa” demişlerdi. Artan kanser vakaları, erken ölümler, düşük verim… Hayvanlar doğum bile yapamıyor.

Giresun’a gidelim… Günlerce saklandı Nesko Madencilik A.Ş.’ye ait maden ocaklarında yaşanan durum. Giresun’a bağlı Şebinkarahisar ilçesinde Nesko Madenciliğin maden ocaklarında kullanılan siyanür atıklarının depolandığı flotasyon tesislerindeki havuzlar patladı ve atıklar tesisin çevresinde bulunan dereye karışıp, Kılıçkaya Barajı’na kadar ulaştı. Yaşanan felaketin boyutu çok büyük ama konuşulmadı bile. Aynı yerde 2018’de de benzeri bir felaket yaşanmış ve 8 milyon balık ölmüştü, yok olan birçok şeyle beraber…

Manisa’da da durumlar farksız. Gördes’te Meta nikel madeninin atık havuzuna giden borunun patlaması sonucu atıklar sulara karışırken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkilileri “13 gün içinde bakarız” yanıtını verdi. O kadar umurlarında değil ki bunun sadece kapitalizmle açıklanamayacağını çok iyi biliyor insan… Diğer taraftan Zorlu Holding’in Gördes ilçesindeki nikel madenine sülfirik asit taşıyan tankeri devriliyor ve 27 ton asit çevreye yayılıyor. Alaşehir’de bir de jeotermal kuyuda meydana gelen patlama ile 100 ton eriyik bölgede yayılıyor. Kimin umurunda? Ama sonuçlarını tahmin etmek zor değil.

Biz bu yaz Antalya Belek Port Nature Luxury Resort Hotelin ve Orange County Resort Hotelin kullandığı kumsalda, yuva üzerine konulan ahşap yürüme bandının altında yaklaşık 62 yavru deniz kaplumbağasının sıkışarak öldüğünü de gördük; Cumhurbaşkanın “beyaz et” dediği canlıların yanarak öldüğünü de, Karadeniz’de tomruklar arasına sıkışmış ölü bedenleri de, müsilajla kaplı ölmüş bir denizi de…

Bunlar karşısında bize sunulan şey hemen “yeşil ekonomi”, “Paris Antlaşması”, “Avrupa Yeşil Mutabakatı” gibi kapitalizmi sürdürmenin yollarını arayan seçenekler oluyor.

Geçiniz!

Ölümü yeşille karşılamaya hevesli kapitalistler; suyu idareli kullanın diye reklam yapıyor mesela… Yani mesele aslında yönetememekle, becerememekle ilgili değil. Bu felaketler aynı zamanda bir “yönetme” anlayışını da getiriyor: “Felaketler kapitalizmi”…

Bu felaketler ve bu kapitalist anlayış Türkiye’de farklı alanlardaki çöküşün bilançosunu çok yönlü sunabiliyor; yaşanan krizleri gözler önüne seriyor. Diğer taraftan da sanki Türkiye’nin sermaye birikiminin özeti gibi: emek sömürüsü daima gasp, talan ve yağma ile birlikte çalışıyor…

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, “Peki burjuvazi bu krizlerin üstesinden nasıl gelir” sorusunu; “Daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açarak ve bu krizleri önlemenin yollarını tıkayarak.” diye cevaplıyor. Bu cevap Türkiye ve Erdoğan rejimi için de oldukça uygun. Aynı zamanda “felaketler kapitalizmi” ile de uyuşuyor. Çünkü bu neoliberalizmin her türlü felaketin önünü açan 30 yıllık hikâyesi aynı zamanda.

Bir tarafıyla tüm yaşam için varlık ya da yokluk meselesine dönüşen bir süreç hâlihazırda zaten yaşanıyor ve bu biçimin getireceği en kötü şey insan soyunun tükenmesi de değil; mesele tükeniş sürecinin kendisi…

Bizler yüzümüzü sosyalizme döndükçe yıkıma dayalı sistemi de iktidarları da yenebiliriz. Minareyle betona sıkışan hattan çıkmak, “yaratıcı yıkım” dedikleri o oksimoron durumdan kurtulmak bir seçenek değil, mecburiyet…

Asla bitmeyecek bir şey hakkında konuşurken, son sözü İkizköylüler söylesin: “zeytinlerin dibi yeşil/ altında gahve pişir / limak sana bu zeytinleri yedirmeyeceğiz / aklını başına devşir”

━ bu yazardan

Dinbazlık ve Dilbazlık Artık Çalışmıyor mu?

Rahman Özçelik henüz 22 yaşındaydı. Bartın’da yaşamını yitiren madencilerdendi. AKP kurulurken doğmuştu,...

Adaletsiz kalkınma2: Kötülüğe sabırla dayanılan zamanlar

Geçen hafta yazıyı bitirirken Bertholt Brecht’in “Gaddarlık, gaddarlıktan doğmaz; artık gaddarlık olmaksızın...

Adaletsiz kalkınma: Fakruzaruret içinde gönüllü kulluk

2002’den bu yana AKP’nin vaad ettiği demokrasi ve refah ilk kez bu...

Retorikten Mugalataya AKP Pratikleri

"Hayaldi, gerçek oldu, Türkiye hazır, hedef 2023" Bu söz AKP’nin 2011 seçim beyannamesinden. Kimse...

Gezi’den 2023’e Bir Muktedirin Seyir Defteri

Erdoğan’ın gezi protestocularına hakareti daha sonra bu hakareti savunmak için söyledikleri 20...

Kılıçdaroğlu devletin durumunu güncelliyor

Siyaset bilimci Nimtz, içinde bulunduğu zamanı diğer bütün zaman dilimlerinden önemli gören...

Kılıçdaroğlu’nun havarileri, kuşkucuları: İrili ufaklı tek adamlar hikayesi

Bu yazı, CHP'nin çıkmazını görmeyi hedefliyor. İmamoğlu ve otobüsü bu çıkmazın önemli...

Sağcılık her kötülüğün babasıdır

AKP’nin 20 yıllık envai yıkıcılığının son dönemde yarattığı kamu kaygılarının odak noktasını...

İttifaklar, olasılıklar, hidralar

“Bu seçim ülkenin son şansı olabilir. Son demokrasi nefesi olabilir. Hata yapma...

‘Tek patlıcan, tek bayrak, tek adam’

Yeni DEVA’lı eskinin AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’ün, 6 Ocak 2009’da Habertürk’teki...

Minare ve Yoksulluk Arasında

Piyasa ve İslamcılık ikilisinin ülkeyi kasıp kavurduğu şu günlerde Marx’ın şu sözü...

Devletin güncel durumu: Şahıs devletinin portresi

Haftalardır yazdığım her şey siyasi ile ekonomik olanın ilişkisine dair. Kapitalizm ile...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz