15.1 C
Ankara

Minare ve Yoksulluk Arasında

Paylaş:

Piyasa ve İslamcılık ikilisinin ülkeyi kasıp kavurduğu şu günlerde Marx’ın şu sözü rehber oluyor: “Hiç kuşku yok ki, her ülkenin proletaryası her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.” Bu ifadenin bugünkü koşullar altında sadece proletaryayı hedeflemediğini; topyekûn bir halka seslenme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum. Sadece halka, ezilen sınıflara ekonomik bir çağrı olmayıp, yönetici sınıfı da topun ağzına koyan bir sesleniş. Bu zeminden hareketle önceki yazılarımda ortaya koyduğum “Erdoğan’ın tek rakibi yoksulluktur” olan nihai saptama beni, sermaye ve iktidar bloğu karşısında, yoksulluğu mücadeleden ayrı kurmadan anlatmaya itiyor.

AKP iktidarında ülkenin her yerinde makbuller ve diğerleri arasındaki eşitsizlik çok hızlı büyüdü ve büyüyor. Zenginler varlıklarına varlık katarken, fakirler daha da fakirleşiyor.

Ve kapitalizmin makinesi zenginler için işliyor. Siyasal el birilerini zengin oldukları için zenginleştirirken, fakirleri fakir oldukları için fakirleştirmeye devam ettiriyor.

Açlık, yoksulluk, her alanda yaşanan krizler, neoliberalizmin şiddeti, gerici zihniyetlerin vesayeti bütünlüklü olarak tepemizde dikiliyor, ensemizde boza pişiriyor. Her şeyin sınıfsal olduğu gerçekliğinin içi boşaltılmadan, somut olarak belirdiği bir dönem kastettiğim. Ancak bir yanıyla da Debord’un dediği “kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf ayrımını gizleyen” türden bir süreç de aynı zamanda. Bunun birçok sebebi var; İslamcı ideoloji bir cephesini tutuyor ve her şey açık seçik ortadayken bile Erdoğan rejimi bunu yok sayacak bir politika yürütüyor. Bu demek değil ki işe yarıyor veya rasyonel bir zeminde ilerliyor; aksine akıl tutulması krizleri derinleştirip bir kesimin zenginliğine zenginlik katıyor.

Dünya Eşitsizlik Veri Tabanına göre 2021’de Rusya’da en zengin yüzde10’luk kesimin toplam yıllık gelirden aldığı pay yüzde 46,4, ABD’de yüzde 45,5 ve dünya ortalaması ise yüzde 52,2… Türkiye’ye baktığımızda yüzde 54,5 gibi bir oran söz konusu. Bu bir yanıyla ülkenin hikâyesiyken, diğer yandan küresel ekonomi gerçekliği. Oligarşi dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hüküm sürüyor. Bugün, bir avuç multi milyarder için çalışan bir ekonomi var. Ve Türkiye’de de bu bir avuç multi milyarderin bir ucu Erdoğan rejiminin sahipleri. Kılıçdaroğlu da 22 Mart günü yaptığı grup toplantısındaki konuşmasında Türkiye’deki multi milyarderlere değindi ve “Beşli çetenin hamisi ve pazarlayıcısı Recep Tayyip Erdoğan’dır.” diye de ekledi.

Raymond Williams’a kulak verdiğimizde bunu şöyle anlatır: “… sıklıkla üstü örtülen şey, ‘politika’nın doğrudan maddi üretimidir. Hâlbuki her yönetici sınıf maddi üretimin önemlice bir kısmını bir politik düzen tesis etmeye hasreder. Kapitalist bir piyasayı idame ettiren toplumsal ve politik düzen, tıpkı onu yaratmış olan toplumsal ve politik mücadeleler gibi, zorunlu olarak maddi bir üretimdir. Şatolardan saraylara, kiliselerden hapishanelere, fabrikalardan okullara, silahlardan güdümlü basına kadar: Her yönetici sınıf, yöntemleri değişse de daima maddi yollarla, bir toplumsal ve politik düzen üretir. Bunlar hiçbir zaman üstyapıya ait faaliyetler değildir. Görünürde kendi kendine idame eden bir üretim tarzının yürütülmesini sağlamak için şart olan zorunlu maddi üretimlerdir. Bu sürecin karmaşıklığı gelişmiş kapitalist toplumlarda bilhassa çarpıcıdır; böyle toplumlarda “üretim” ile “endüstri”yi, “savunma”nın, “asayiş”in, “refah”ın, “eğlence”nin ve “kamuoyu”nun benzer biçimde maddi nitelik taşıyan üretiminden yalıtmak tamamen abestir.”

İktisadi olan ve politik olan ayrı iki alan gibi görünse de durum böyle değil. Baktığımızda ekonomik alanın siyasi alan arasındaki ayrımın bulanıklaşması yalnızca piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda gelişiyor. Buna kapitalist sistem altında diğer birçok alan da dâhil.

Fakat yönetici sınıfın ülkemizdeki hâlet-i ruhiyesi apaçık sınıfsal olanı ve derin yoksulluğu somutlaştırıyor. Tarımdan sağlığa inşaattan gıdaya varıncaya kadar çok boyutlu bir kriz ortamı söz konusu… İşsizlikten, iş cinayetlerinden, ekonomik nedenli intiharlardan, çocuk işçilere, mültecilere uzanan bir hat üzerinden birbirine kökten bağlı bir sistem ve sistemi lehine yaşatmak için çırpınan bir rejim karşımızdaki.

Tabi burada belli başlı isimler ve durumlar ön plana çıkabiliyor. Son günlerde bakan Nebati bunun için biçilmiş kaftan, her yerde boy gösteriyor. Bir fecaat olan cümleleri rejimin kimin için var olduğunu, yoksulluğu zerre önemsemediğini her fırsatta yüzümüze vuruyor. İki önemli örnek var son günlerde, bakan Nebati diyor ki “Müteahhitlerin gerçekten ne kadar zarar ettiklerine yönelik olarak bir çalışma yapıyoruz. Bütçe imkânları içerisinde kim zarar görüyorsa bunlara yönelik olarak elimizden gelen desteği veririz.” Yani Nebati demek istiyor ki devlet eliyle bütün riskleri, maliyeti, zararı işçiler ve halk arasında pay ediyoruz. Elbette kârı ve kazancı patronlara (kendileri dâhil buna) bırakıyoruz. Bakan hiçbir kuşkuya yer bırakmadan sistemi net olarak ortaya koyuyor.

Diğer taraftan -damat Albayrak’ı da hatırlatan bir biçimde- Nebati diyor ki “Bekliyorlar ki dolar kuru 20-25-30 lira olacak. Bilerek yayıyorlar. Türk lirası en düşük durumda daha ineceği yer yok, vatandaş rahat olsun.” Burada gülmek ve ağlamak arasında bir gelgit yaşansa da acı gerçeğimiz çıplak olarak karşımızda duruyor.

“Daha büyük yalanlara zemin hazırlayan bazı büyük yalanlar” Nebati ve gibilerinin bugünlerde söyledikleri; “kayıtsız itaatimizden kaynaklanan toplu sefaletimiz” gibi bir yerde olduğumuzu hatırlatıyor.

Uluslararası ve ulusal sermayeye “güven veren” açıklamalarıyla, adeta bir tiranlık gibi işleyen finans-kapital gerçekliği, Nebati’nin kurduğu rahatlığın çok ötesinde. Bir örnekle görelim, 2021 verilerine göre 1 milyondan fazla kişiye tüketici kredisi ve 730 bin kişiye kredi kartı borçlarını zamanında ödeyemediği için icra takibi başlatılmış. Son beş yılda icra takibine alınan 4 milyondan fazla kişi var. Öyle ki her 100 aileden 17’si icralık olmuş.

HİKAYE BURADA BİTMİYOR, AKSİNE BU DAHA BAŞLANGIÇ…

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre, şubat ayında tüm kamunun faiz gideri, 10 milyon asgari ücretlinin maaşını geride bırakıyor: Ocak ayında 14 milyar 231 milyon 395 bin lira olan faiz giderlerinin toplamı, şubatta 43 milyar 669 milyon 438 bin TL’ye çıkmış. BirGün’ün haberine göre, bir çeşit İslami borçlanma aracı olan “Kira sertifikası gideri”nde de büyük artış olmuş: Ocakta 540 milyon lira iken; şubatta 3 milyar 100 lira gibi bir durum söz konusu.

Dahası yalnızca Erdoğan tarafından kullanılan, hesabı sorulamayan “örtülü ödenek” olarak adlandırılan harcama kaleminin bir ayda 3 katına çıkarak, şubatta 169 milyon lira olması. Bitmeyen “müteahhitlik gideri”, çeşitli ödemeler vs. vs… Sadece BOTAŞ’a 14 milyar 660 milyon TL borç verilmiş…

Bizim derin yoksulluğumuzun tek muhatabı işçiler ve tabi ki halkın kendisi.

Büyük bir mesele olarak işsizlik hayatımızın ta içindeyken, diğer taraftan çocuk işçilerin artışı da başka bir tarafı oluşturuyor. Buna mülteci/göçmen işçiler ve mülteci/göçmen çocuk işçiler dâhil oluyor. Mesela soralım Gaziantep kimin omuzlarında yükseliyor?

Bakanlık çocuk işçi sayısını bilmiyor; TÜİK’in 700 bin çocuk işçi verisi gerçeği yansıtmıyor ve bu verilere mülteci çocuklar dâhil edilmiyor. Türkiye’deki emekçilerin hangi ulustan olursa olsun ağır yoksulluk içerisinde yaşadıkları ayan beyan bir gerçek ve bu durumun da başka gerçeklerle beraber çocuk işçiliğine neden olduğunu dile getirmekte fayda var. Artan yoksulluk çocukları da vuruyor. İSİG Meclisi’nin verilerine göre AKP’li yıllarda en az 787 çocuk işçi hayatını kaybetmiş…

Bakan Nebati, “Bu ülkede genç olmak o kadar tatlı ki” derken neyi kastettiği İŞKUR’un Adıyaman’da açtığı 19 kişilik temizlik kadrosuna 2 bin 170 üniversite mezunu gencin, sürekli işçi alımı kapsamında açılan 53 kişilik kontenjana 25 bin kişinin başvurduğu değil elbette; biliyoruz.

Motorlu kuryeler, metal işçileri, maden işçileri, atık kâğıt işçileri, market/mağaza işçileri, depo işçileri… uzayıp giden bir liste ve hayatın merkezinde yer alan bu işçilerin vaziyetleri çok değil birkaç ay öncesine kadar her yana yayılan grev dalgasıyla kendini gösterdi. Sistemden CEO’lar çıkınca bir kayıp yaşanmıyor, mesele işçilerin çıkması; hayat felce uğruyor.

Ve hâlihazırda ülkeyi krizlere sokanlar, 6 haneli maaşlar alanlar; çift hanelerde seyreden işsizlik oranından ve milyonlarca işsizden habersiz gibi davranıyor.

“Tepedekilerin işveren rolünü yerine getirerek ekonomiye daha fazla katkıda bulunduğu gerekçesiyle eşitsizlik daima haklı gösterilmiştir; ancak 2008 ve 2009’a gelindiğinde görüldü ki bu adamlar ekonomiyi iflasın eşiğine getirip milyonlarca dolarla sıvıştılar.” Joseph Stiglitz’i haklı çıkaracak bir noktadalar. Bir sesli komutla harekete geçen bürokratlar, bakanlar, milletvekilleri ayrıcalıklarının peşindeyken yoksulluğun panzehiri olmuyorlar.

Yoksulluğun boyutlarını haberlerde görmek mümkün, intiharlara varan sonuçlar doğuruyor. “Aç yatıp, aç kalkıyoruz”, “Bu eve yeşillik, sebze girmiyor. Çorba, makarna, bulgur yiyoruz” diyor insanlar; temel besin maddelerine rahatça ulaşan sadece burjuvazi.

Et ve Süt Kurumu Genel Müdürü Osman Uzun, ete yapılan zammı neden yaptıklarına ilişkin açıklamasında “Bizim fiyatlar çok düşüktü, piyasanın yüzde 66 daha altında bir fiyatımız vardı; çok uzun kuyruklar oluşuyordu. Bu nedenle biz fiyatı arttırdık.” diyor… Et ve Süt Kurumu Genel Müdürünün söyledikleri insanların yoksulluklarına indirilen darbeye ek olarak yaşamlarını sürdürebilme şanslarının da, onun gibi AKP’lilerin keyfine kalmış olduğunu gösteriyor.

HER ŞEY SERMAYE İÇİN…

Gıdada yaşanan krizin bir boyutu da tarımın bitirilişi. Türkiye’de çiftçinin, tarım topraklarının 3,4 milyon hektarını (Belçika yüzölçümünden fazla bir alan) ekemediği belirtiliyor. Ekememesinde çeşitli sebepler bir yana bir de müteahhitlik işleri devreye giriyor. Biliyorsunuz talan edilmedik tek bir alan kalmadı. Ama mevzumuz “beşli çete” olarak anılan müteahhitler olunca iktidar gerek onları kayırmada gerek ihale şartlarını istedikleri gibi uygulamada sıraya diziliyor. Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’un aldığı kamu ihalelerinin büyük bölümü, kapalı kapılar ardında adrese teslim olarak gerçekleştirildiği belirtiliyor.

Bunun bir ayağı da doğanın yok edilişi; örneğin Kazdağları’nın kuzey yamacı Bayramiç Barajı mutlak koruma alanıyken MTA maden sondajı yapıyor. Su kaynaklarının mutlak koruma alanlarında madencilik faaliyeti yasak ama kamu yararı gözetilmiyor. Doğanın kalıcı olarak zarar göreceği madencilik faaliyetlerinden asla vazgeçilmiyor. Milas’ta Ağaoğlu işgale hazırlanıyor; ama olsun yaşam ölebilir yeter ki oligarklar alsın yürüsün. Çünkü sermaye için her şey…

Açıkçası boğazımıza kadar krizler içerisindeyiz; yoksulluk ve açlık diz boyu, her yer yağmalanmış; İSİG Meclisi Dergisi’nin ikinci sayısının başlığı ise çok açıklayıcı: “Kapitalizm ile insanca yaşam kavgalıdır”…

Her akşam bakraç içinde manda yoğurdu, Medine hurması, kestane balı ve yulaf ezmesi ile beslenen Erdoğan ise bu büyük yıkımı “küçük cihad” olarak adlandırıyor: “Vatandaşlarımızın en önemli sıkıntısının, sancısının, şikâyetinin hayat pahalılığı olmaya devam ettiğini biliyoruz. İster küresel emtia fiyatlarındaki artıştan ister içimizdeki bazı kesimlerin açgözlülüğünden kaynaklansın, hayat pahalılığının önüne geçmek, vatandaşımızı enflasyona ezdirmemek boynumuzun borcudur… Evet, hayat pahalılığı vardır ama insanların düne göre biraz daha az miktarda alabiliyor olsa da istedikleri her ürüne erişimin olduğu bir ülkede yaşıyoruz” dedi. Sizlerden, küçük cihadı bitirdiğinde büyük cihada başlamayı emreden medeniyet duruşu, ‘kim var’ denildiğinde sağına ve soluna bakmadan ‘ben varım’ diyebilecek dava adamı kararlığı istiyorum.”

İslamcıların bitmeyen “dava adamlığı” ülkeyi bu hale getirdi.

Marx, 18 Brumaire’de diyor ki: “Seçilen Ulusal Meclis, ulusla metafizik bir ilişki içindeyken, seçilen cumhurbaşkanı, kişisel bir ilişki içindedir. Ulusal Meclis, tek tek temsilcileriyle, ulusal ruhun çok yönlülüğünü gösterse bile, ulusal ruh cumhurbaşkanında cisimleşir.”

Ve biz biliyoruz ki milyonları aç yatıran, çocukları haklarından alıkoyan, doğayı ve sahiplerini ölüme/yok oluşa yazgılayan bu sistemin payandaları, tüm bunları unutturan ideolojik bir üçkâğıdın da bilinen adresleri.

Evet, anlattığım şey distopyaları andırıyor. “Yoksullar yoksul kalır, zenginler zenginleşirken” “hileli zarlarla” yaratılan bu yeni dönem zenginliğin ülkedeki distopik yoksulluğa etkileri üzerinde daha ısrarla düşünmeliyiz. AKP’nin fakir ve çaresiz bıraktıklarıyla nevzuhur varlıklılar ve kudretli yaptıklarını ayıran uçurumun gittikçe derinleşmesinden daha çok endişelenmeliyiz. AKP’nin yoksullar için durumu, hayatta kalmak için gerekenleri çok bulunur ama daha az ulaşılıra, bir “Squid Game”e dönüştürmesinden daha çok korkmalıyız. Ülkedeki “AKP makbulleri” ve “terk edilmiş muhtaçlar” arasında eşitsizlik uçurumunun derinleşiyor olması uykularımızı kaçırmalı.

Bu distopya karşısında ise çözüm olarak ütopyaları işaretleyemeyiz. Fredric Jameson 1994 tarihli “Zamanın Tohumları” kitabında şöyle diyor: “Geç kapitalizmin çöküşü yerine doğanın ve dünyanın esaslıca parçalanışını hayal etmek bize daha kolay görünür…” Bu sebeple ütopya ile hayal kırıklığı denkleşebilir.

Bizim ihtiyacımız olan şey ise apaçık ortada ve bilimsel bir yolla…

━ bu yazardan

Dinbazlık ve Dilbazlık Artık Çalışmıyor mu?

Rahman Özçelik henüz 22 yaşındaydı. Bartın’da yaşamını yitiren madencilerdendi. AKP kurulurken doğmuştu,...

Adaletsiz kalkınma2: Kötülüğe sabırla dayanılan zamanlar

Geçen hafta yazıyı bitirirken Bertholt Brecht’in “Gaddarlık, gaddarlıktan doğmaz; artık gaddarlık olmaksızın...

Adaletsiz kalkınma: Fakruzaruret içinde gönüllü kulluk

2002’den bu yana AKP’nin vaad ettiği demokrasi ve refah ilk kez bu...

Retorikten Mugalataya AKP Pratikleri

"Hayaldi, gerçek oldu, Türkiye hazır, hedef 2023" Bu söz AKP’nin 2011 seçim beyannamesinden. Kimse...

Gezi’den 2023’e Bir Muktedirin Seyir Defteri

Erdoğan’ın gezi protestocularına hakareti daha sonra bu hakareti savunmak için söyledikleri 20...

Kılıçdaroğlu devletin durumunu güncelliyor

Siyaset bilimci Nimtz, içinde bulunduğu zamanı diğer bütün zaman dilimlerinden önemli gören...

Kılıçdaroğlu’nun havarileri, kuşkucuları: İrili ufaklı tek adamlar hikayesi

Bu yazı, CHP'nin çıkmazını görmeyi hedefliyor. İmamoğlu ve otobüsü bu çıkmazın önemli...

Sağcılık her kötülüğün babasıdır

AKP’nin 20 yıllık envai yıkıcılığının son dönemde yarattığı kamu kaygılarının odak noktasını...

İttifaklar, olasılıklar, hidralar

“Bu seçim ülkenin son şansı olabilir. Son demokrasi nefesi olabilir. Hata yapma...

‘Tek patlıcan, tek bayrak, tek adam’

Yeni DEVA’lı eskinin AKP Grup Başkanvekili Nihat Ergün’ün, 6 Ocak 2009’da Habertürk’teki...

AKP rejiminin ekokırım hali: ‘Külü vatandaşa, parası yandaşa’

Yıllardır AKP rejiminin bin bir yüzüne mecbur bırakıldık. Sermayenin konumu da buradan...

Devletin güncel durumu: Şahıs devletinin portresi

Haftalardır yazdığım her şey siyasi ile ekonomik olanın ilişkisine dair. Kapitalizm ile...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz