13.5 C
Ankara

Bir parodinin ardından

Paylaş:

Sedat Peker’in ilk ifşaatlarını izlemeye başladığımda, karşılaştığım performansı bir şeye benzetmiş, ama neye benzettiğimi bir türlü bulamamıştım. 140 Journos’un “Devlet Başa” adlı belgeselimsisini izlediğimde kafama dank etti. Aklıma 1976 yapımı Şebeke (Network) adlı Sydney Lumet filminin başkarakterini getirdi bu performans. Çok sahici, içten, sinir krizinin eşiğinde ama ne zaman sinir krizine gireceğini merakla beklerken, bir bakıyorsunuz aklıselim cümleler kurmaya başlıyor. Bir nevi ahir zaman peygamberi. Bakışlar buğulu, ne zaman nasıl bir acayiplik yapacağından bir türlü emin olamadığımız, o acayiplikleri yaptı yapacak derken sözlerine bir şekilde sükûnetle son veren bir gösteri peygamberi.

Size bu filmin neden aklıma geldiğini anlatabilmem için filmden mümkün olduğunca az spoiler vermeye çalışarak bahsedeyim. Her ne kadar 1976 yapımı olsa da, filmi izlemeyen pek çok insan vardır mutlaka. Yaşı ilerlemiş bir haber spikerinin sunduğu haber programının reytingi düştüğü için işten çıkarılacağı bildirilir kendisine. Kendi ifadesiyle “çalışmazsa ölecek” kadar işine bağlı ve bağımlıdır spiker. Nitekim sunduğu son haber programlarından birisinde, ertesi gün sunacağı program sırasında kendisini tabancayla öldüreceğini haber verir. Elbette bu girişim haber programının reytinglerini uçurur. Kanal yönetimi bu durumun tuhaflığını kabul etmekle birlikte, bu işini kaybetme ihtimali karşısında neredeyse aklını kaybetmiş yarı deli adamdan ve dolayısıyla reytinglerden vazgeçemez. Bu adama kamuoyu hemen misyon yükleyerek bir isim de koyar: “Günümüzün ikiyüzlülüğünü açığa vuran kızgın bir peygamber.” Programın yapımcısının tüm itirazlarına rağmen, televizyonun dilinden anladığını iddia eden hırslı bir başka yapımcı söz konusu “peygamberin” neredeyse üstüne atlar. Bu çılgına uygun bir yarı haber yarı şov kıvamında bir program uydurulur hemen. Program neredeyse bir ayin gibidir. Spiker kendisine hem toplumun, hem televizyon piyasasının ve tabi ki kendisinin yüklediği misyonu hakkıyla oynamakta hevesli ve ısrarcıdır. İlk programda hemen bu performansın karşılığı da alınır. Peygamber, reytinglerini ve sadık kitlesini ölçmek istercesine, izleyicilerden pencereye çıkıp “Ben çok kızgınım ve artık buna katlanamayacağım” cümlesini bağırarak söylemelerini ister. Nitekim kitle buna hazırdır. Dediğini yapar izleyiciler spikerin. Olaylar çığırından çıkar, televizyonun kızgın peygamberi her yeni gün petrol krizi dâhil günün en yakıcı olaylarını kendi meşrebince ve çoğu zaman da bağlam dışı bir ironiyle izleyicilerine aktarır. Filmin başarısı belki de filmde spikerin aktardığı olayları ihtiyari bir biçimde mi bağlam dışı hale getirdiği yoksa gerçekten de aklını mı yitirdiği konusunda izleyiciyi ikilemde bırakmasıdır. Günümüzün hakikat ötesi yalanlarında da bu ikileme düştüğümüz olmuyor mu sahi? Bir aklı evvel belediye başkanı kalkıp “Lozan Anlaşması’nın 2023 yılında hükmünün sonlanacağı ve bununla birlikte Afyonkarahisar’ın Şuhut ilçesindeki değerli madenlerin çıkarılmasının mümkün olacağını” söyleyebiliyor.[1] Bu iddiada bulunan kişinin bir meczup mu, ahir zaman kâhini mi, yoksa ahlaksız bir yalancı mı olduğunu kestirmekte bir hayli zorluk çekiyorsunuz. Üstelik bir film izlemiyorsunuz, bir yönetmen size sınırları çizilmiş bir anlatı sunmuyor. Parodi ile trajedi arasında sürekli gidip geldiğimiz somut hayatlar yaşıyoruz ve bu hayatların çoğu zaman hem izleyicisi hem de aktörü konumundayız.

140 JOURNOS’UN VİDEOSU NE BELGESEL NE DE HABER

Benim burada asıl odaklanmak istediğim mevzu elbette Sedat Peker değil. Sedat Peker gibi bir figürü merkeze alarak derin devlet ve derin devletin (aslında pek de derin olduğunu söylemek mümkün değil)[2] işlediği suçları anlamaya ve anlatmaya çalışan bir anlatının gerçekte ne olduğu ve neye hizmet ettiğini anlamaya çalışmak. Burada özellikle anlatı diyorum. Zira karşımızdaki şeye bir isim bulmak bir hayli güç. 140 Journos’un tartışma konusu olan videosundan bahsediyorum, evet. Söz konusu video bir kere belgesel değil; zira devletin dahlinin olduğu artık kuşku götürmeyen bazı olayların arşiv videolarını konuşmaların altına döşemek bir videoyu belgesel yapmaz. Haber değil; bir konu hakkında birbirinden haberi olmayan konunun uzmanı ve doğrudan ya da dolaylı muhatabı aktörlere mikrofon uzatarak onları konuşturmak yapılan işi gazetecinin yaptığına benzer bir haber yapmaz. Kuşkusuz röportaj, röportaj yapılan kişiye eğer onun otoritesini sarsacak sorular soruluyorsa anlamlıdır. Uzmanlar genellikle, -buna açıkçası kendimi de dâhil ederek söylüyorum- kendisine soru sorulduğu zaman otoritesine mutlak şekilde boyun eğildiğini ve sözünün üstüne asla söz koyulamayacağını varsayarak konuşmaya başlar. Hele de mevzu diyalojik bir yöntemle değil de, bir monolog şeklinde tartışılıyorsa, oradan olaya dair gerçek değil de, belli otorite konumlarının onayı çıkar ancak. Kimin otorite olarak kabul edildiği ise olayın nasıl bir çerçeveye yerleştirileceğini bize önceden haber verir.

PAZARLAMACI YALAN SÖYLEMEZ GERÇEĞİ MANİPLE EDER

Videonun başında verilen bilgi ise daha baştan bize nesnellik ve dengelilik adı altında bir monoloğu pazarlıyor. Konuşan kişilerin hiç birisinin birbirinin söylediğinden ve videonun genel konseptinden haberinin olmamasının videonun başında belirtilmesi, sanki bize olayla ilgili bir gerçekliğin sunulacağına dair beyhude bir vaatte bulunuyor. Aslında vaadin yerine getirilmesinin beyhude olduğunu pazarlayan yapımcı da farkında. Ancak adı üstünde pazarlamacı her zaman bir umudu ve vaadi pazarlar. Onun gerçek olması, ne sunanı ne de izleyeni ilgilendirir. Bir bebek bisküvisinin içindeki bileşenlerin tamamen organik ve doğal ürünlerden oluştuğunu paketin en görünür yerine yazarsınız. Bu vaade inanarak bisküviyi alıp “içindekiler”i okumadan bebeğinize yedirirseniz vaat gerçekleşmiş olur. Satın almadan önce içindekileri okumaya yeltenirseniz vaadin sadece bir pazarlama taktiği olduğunu görür zaten satın almazsınız. Pazarlamacı her zaman hedef kitlesinin gerçeği sorgulamayacağı varsayımından hareket ederek şansını dener. Pazarlamacı, yalan söylemez; gerçeği bir takım vaatlerle maniple eder. Gerçeği kırar, büker ve size bir gerçek simülasyonu sunar. Siz bu gerçeklik simülasyonuna üstündeki cila nedeniyle tav olur etrafında uçuşursunuz.

Neil Postman, “Televizyon Öldüren Eğlence”[3] adlı kitabında televizyonun her türlü ciddi konuyu eğlencelik hale getirmesi nedeniyle asla televizyonda ciddi bir konunun konuşulup çözüme kavuşturulamayacağını iddia eder. O’na göre televizyon haberleri de bize çoğu zaman pek bir şey anlatmaz, hatta dile getirildiği iddia edilen televizyon anlatılarında gerçeklik çoğu zaman sulandırılır. Fransız sosyolog da “Televizyon Üzerine” adlı kitabında televizyonda haber haline gelen çoğu olayın gelgeç önemde olan, aslında hiçbir şey anlatmayan “omnibüs olaylar” olduğunu[4] dile getirir. Alain de Botton da sadece televizyondaki değil bütün iletişim araçlarındaki haberlerle ilgili olarak şöyle bir saptamada bulunur: “Haberler zorla evinden alınıp polis arabasının arka koltuğuna oturtulan suçluyu göstererek, kendimizin ve toplumumuzun sayısız derdinin temsili kaynağının tespit edildiğine ve sağ salim etkisiz hale getirildiğine dair bir umut verir bize”.[5]

‘BAZI ACILAR PARODİLEŞTİRİLEMEYECEK KADAR SERTTİR’

Peki, mevcut iletişim araçlarından bu koşullar altında olaylara dair gerçeği öğrenmek imkânsız mı? Bu koşullar altında imkânsız gibi görünüyor. Zira olayları bize aktaran medya kuruluşlarının olayları ele alış biçimi, öncelikleri, gerçekliği kimin tanımlayacağına dair önem sıralaması, olaylara dair gerçekliği sulandırma gerekçesi gibi unsurlar toplumsal alandaki eşitsiz iktidar ilişkilerinden bağımsız değildir. Örneğin 140 Journos’un bahse konu videosunda hâlihazırda ülkedeki her kesimden muhalife karşı uyguladığı hukuksuzluklarla bizatihi ceberrut hale gelmiş bir iktidarın gözden düşmüş ama bir türlü de gözden düşmüşlüğünü kabul etmek istemeyen bir aktörüne mikrofon uzatarak ona devletin ceberrutluğunun söyletilmesi bir öncelik meselesidir. Eğer bir anlatıda bu öncelikle karşılaşırsanız, anlatının söylemini muktedirin kurduğu çerçeveye doğru büktüğünü anlarsınız. Siz mevcut iletişim teknolojilerini geçmişteki bütün günahlarını itiraf ettiği kabin olarak kullanan, izleyici kitlesini de rahip konumuna oturtan bir mafya liderinin çaptan düşmeden önceki Barış İmzacılarına yönelik tehditlerini parodiye dönüştürüp anlatınızın başına, hatta merkezine yerleştirirseniz, meramınız bir gerçeği açık etmek ve bir siyasal sorunu hakkıyla tartışmak değil, izleyenleri ne pahasına olursa olsun eğlendirmektir. Bazı eylemler, bazı acılar, bazı zulümler parodileştirilemeyecek kadar serttir. Siz Nazilerin Auschwitz’teki katliamlarını parodileştirirseniz buna kimse gülmez. Zira bazı acılar bin yıl geçse de, gülünemeyecek kadar içe işler. Bu acılarla yüzleşmek dahi o zulmün sertliğini ortadan kaldırmaz.

Velhasıl, kurucusu Engin Önder’in bir röportajında da işaret ettiği gibi, bahse konu video “para kazanmak” neredeyse temel motivasyonu olan ve yaptıkları işe gazetecilik demeyen bir platformun ürettiği videoyu habercilik ya da gazetecilik normları çerçevesinde değerlendirmek anlamsız ve beyhude bir çaba aslında. Sorun şu ki, söz konusu platform yapılan işin tam anlamıyla gazetecilik olmadığını dile getirmekle birlikte, sunulan şeyin bir belgesel gibi izlenmesini bekliyor. Bu paradoks, tam bir post hakikat çağı paradoksuna benziyor. Tıpkı videoya konuşturulan siyasi aktörün içinde bulunduğu paradoks gibi. Hem yönetiminde önemli bir pay üstlendiğin ceberrutlaşan devletin bir zamanlar daha da ceberrut olduğunu iddia edeceksin, hem de mevcut durumdaki hiçbir hukuksuzluğa ses çıkarmayacaksın. Ceberrutluğun vücut bulduğu muktedire karşı eleştiri şöyle dursun mahcup bir muhabbet beslemeye devam da edeceksin. Tam günümüz çağının paradoksu. Söz konusu siyasal aktörün içinde bulunduğu paradoks da 140 Journos’un sunduğu videonun yarattığı paradoks da aynı türden. Olaya fazla müdahil olmadan, gerçeği sözde nesnellik adı altında kıyısından köşesinden, esasa pek de dokunmadan tanımlamaya çalışan sade suya tirit bir politik tavır alış. Böyle bir tavır alış, bir yaraya merhem olmak şöyle dursun, var olan yaraların kangrene dönüşmesine yol açıyor. Yıllardır kanayan yaralarımızın belki de yegâne müsebbibi, bu tavır alıyormuş gibi görünüp aslında suya sabuna dokunmama halidir.

[1] https://odatv4.com/siyaset/akp-li-baskan-lozan-i-hedef-aldi-224036 (Erişim tarihi: 16/12/2021).

[2] Devletin derinliği üzerine kafa açıcı bir tartışma için şu yazıya başvurabilirsiniz: https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/12/26/turkiyede-devletin-derinligi (Erişim tarihi: 16/12/2021).

[3] Neil Postman (2018). Televizyon, Öldüren Eğlence. (Çev. Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı.

[4] Pierre Bourdieu (1997). Televizyon Üzerine. (Çev. Turhan Ilgaz), İstanbul: YKY.

[5] Alain de Botton (2015). Haberler, Bir Kullanma Klavuzu, (Çev. Zeynep Baransel), İstanbul: Say, s. 62.

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz