21.1 C
Ankara

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Paylaş:

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü kişi çok az gelmiştir, belki de hiç gelmemiştir. Şimdi bu cümleyi okuyanların aklına hemen dinleri yaymak misyonuyla dünyada yaşamış peygamberler, İnanç önderleri ve din tebliğcileri gelecektir. Bütün bu inançla ilgili liderler güçsüzlükten ve güçsüzlerden güç alarak muktedir olmuşlardır. Kendilerinin bu gücü nasıl kullandığı tartışmalı olmakla birlikte, arkalarında bıraktıkları dinin yayıcılarının genellikle gücü suiistimal ettikleri tartışmasızdır. Tarihteki savaşların ezici bir çoğunluğu, fetih adı altındaki işgallerin tümü bu güçsüzlükten devşirilen gücün araç olarak kullanıldığı dinler uğruna yapılmıştır. Mevzumuz dinler tarihi değil tabi ki; sadece geçerken hatırlatmak istedim. Mevzumuz, Tanrının sözünü aktardığını söyleyen peygamberler de dâhil, özgürlük, eşitlik, adalet vaat eden hiç kimsenin, vaat edilen şeye ulaştıktan sonra asla bunların garantörü olamayacağı. Çünkü özgürlük sadece bir kimsenin ya da bir grubun bir başka grup ya da kişiler için altın tabakta sunduğu bir ödül değildir. Hele de sunulduktan sonra, ila nihai özgürlüğe kavuşan insanların sınırsızca ve zahmetsizce kullanabileceği bir nesne hiç değildir. Hele hele, herkesin içinde sınırsızca devinebileceği bir kap hiç değildir. Özgürlüğün hem talep edenler tarafından ısrarlı şekilde arzu edilmeye, hem de herkesin hakkı olduğuna samimiyetle inanılmaya ihtiyacı vardır.

Özgürlüğün büyümesi ve serpilmesinin en temel unsuru onun için mücadele etmek ve herkesin hakkı olduğuna içtenlikle inanmaktır. Kendiniz için mücadele ederken, özgürlüğün sadece sizin hakkınız olduğuna ve bunu kullanmak için ehil olmak gerektiğine kanaat getirdiğiniz anda, özgürlük dalından koparılarak avcunuzun içinde solup giden bir gonca güle döner. Tarih büyük özgürlük vaatleriyle kitleleri harekete geçirip, sonrasında özgürlük uğruna kitlesel kıyımlara girişen toplumsal ve politik hareketlerle ve liderlerle doludur.

“İNSANIN ÖZGÜR OLMASI İÇİN ÖZGÜRLÜĞÜN NE OLDUĞUNU ANLAMASI GEREK”

Özgürlük, insanın bilişsel zekâsının ve muhakeme yetisinin sonucu olarak kavranabilen bir şey diğer yandan da. Zira bir canlının, tabi ki örneğimiz açısından düşünürsek bir insanın özgür mü yoksa tutsak mı olduğunu anlayabilmesi için özgürlüğün ne menem bir şey olduğunu kavraması gerekiyor öncelikle. Ancak bu kavrayışın ardından içinde yaşadığı koşulların özgürlükle alakası olmadığına kanaat getirdikten sonra, eğer mücadele azmi ve cesareti varsa, o zaman mücadeleye girişir. Çoğu zaman her insanın bu kavrayışa sahip olması mümkün olmayabilir. Ya yaşadığı koşulların dışında bir yaşama biçiminin varlığını merak etmemekten, ya korkudan, ya cesaretsizlikten, ya da fazla kanaatkâr olmaktan dolayı yaşadığı koşulların özgür bir ortam olmadığını anlamayabilir insan. Bu eğilimleri besleyen kanaat, bilişsel önyargı, ideoloji, dogma, doksa gibi engeller insanlık tarihinin her devrinde var olmuştur. Bunların hepsi de, insanın varlığını ve özgürlük algısını bulanıklaştıran unsurlar. Adına ister din deyin, isterse ideoloji insanın ne kadar özgür olduğu hakikati ters yüz eden inanışlar tarafından sınırlanıyor. Belki de pek çok insan bu inanışlara hakikat arayışı için gidilen yolun meşakkatinden kaçınmak için eğiliyor. Çünkü insan en kolay kendini kandırabiliyor. Cesaretle korku arasında zannedilenin aksine çok ince bir çizgi var belki de. Çizginin neresinde kalmayı istediği insanı özgürlüksüz bir ortama razı eden eğilim olabiliyor. Tarihte insanın özgürleşmesi gerektiğini dile getiren aydın, filozof, peygamber gibi yol göstericiler, belki de esasen yol göstermiyorlar, aslında görülen yola çıkma konusunda cesaret veriyorlar. Ancak bu cesaret verme işi aynı zamanda cesaret verenin yolda dönüşmesine de yol açıyor. Bu dönüşüm genellikle olgunlaşma ve kendini bu yola girenlerden sadece birisi olmaya razı etme şeklinde vuku bulmuyor. Dönüşümün olumsuz örnekleri, özgürlük mücadelesi konusunun çizgisel şekilde değil de, ileri geri şekilde ilerlediğini bize en iyi şekilde anlatıyor.

Size bu özgürlük mücadelesi yolunda gerçekleşen iki dramatik dönüşüm hikâyesinden örnek vererek ne demek istediğimi daha net anlatabileceğimi düşünüyorum. Birincisi Fransız Devrimi sırasında yıldızı parlayan Jakobenlerin efsanevi lideri Maximilien Robespierre. Diğeri Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Başkanı ve kurucu babalarından John Adams.

DÜRÜSTLÜK TİMSALİ ROBESPİERRE

Robespierre, Fransız Devrimi öncesinin bütün aydınlanma filozofları içinden en çok da Rousseau’nun fikirlerinden etkilenmiş taşralı bir avukattır. Kısa boyu ve silik kişiliğiyle devrimin ilk yıllarında çok da ön planda değildir. Genel Meclis’in (Etat Generaux) tamamen iktidarı ele geçirdiği süreçte ortaya çıkan fraksiyonlar içinden en radikallerinden birisi olan Jakoben Klübü’nün önde gelenleri arasındadır. Devrimin ilerleyen yıllarında, başlangıçta aynı idealle yola çıktığı başta Jirondenlerin etkili ismi olan Danton olmak üzere pek çoğu ile yolları ayrılır ve bu süreç yol ayrımıyla kalmaz, hepsi giyotine gönderilir. Robespierre’i bu süreçte halkın sevgilisi haline getiren en önemli özelliği onun dürüstlüğü ve tutarlılığıdır. Devrimin ilerleyen zamanlarında dili keskinleşen bir hatip haline gelen Robespierre kendi dürüstlüğünden o kadar emindir ki şu sözleri tüm kalbiyle dile getirir: “Rezil bir mesleği tutmakla, ya da utanç verici ilişkiler ve skandala yol açan davalarla adımı kirletmekle hiç kimse suçlayamaz beni… Yüreğime asla kötü bir duygu gelip yaklaşmadı…”[1] Robespierre’in bu sözleri sadece kendine ait bir vehimden ibaret değildir. Düşmanları bile, her türlü kişisel tutkudan uzak olduğunu belirtirler; lakabı tam da bu nedenle “satın anılamaz”dır. Gelirinin az olmasına rağmen, kazanç sağlayıcı her türlü unvan ve teklifi hiç düşünmeden reddeder. Adının kişisel çıkarını gözetiyor olduğu ithamıyla lekelenmesindense ölmeyi yeğleyecek kadar dürüst ve tutarlı biri olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur.

TİRANLIK KORKUSUNDAN TİRAN OLMAYA GİDEN YOL

Robespierre, 1789 Mayıs’ında Paris’e gelerek Genel Meclis’e katıldığında ılımlı liberal bir özgürlükçü profili çizer. Sorbon’dan mezun olduktan sonra başladığı yargıçlıktan idam cezasına karşı bir pasifist olduğu için istifa etmiştir. İfade özgürlüğünü ve devleti protesto hakkını hep savunmuş, köleliğe ise en başından karşıdır. Robespierre’in, “erdemli cumhuriyet” savunuculuğundan birlikte yola çıktığı devrimci arkadaşları da dâhil olmak üzere on binlerce insanı gözünü kırpmadan giyotine yollayacak kadar paranoyak bir diktatöre bu kadar kısa sürede dönüşebilmesi hala pek çok tarihçi için şaşırtıcıdır. İlginçtir ki devrimin ilk iki yılına kadar bile en korktuğu şey tiranlıktır Robespierre’in. Sırf tiranlığa yol açabileceği kaygısıyla 1791 sonbaharında devrim Fransa’sının diğer ülkelerle savaşa girmesine açıkça karşı çıkmıştır. Ona göre savaş, ülkenin başına zafer halinde bir askeri diktatör, mağlubiyet halinde ise yeniden eski krallık rejimini getirmekten başka bir şeye yaramayacak bir maceradır. Roma döneminde halkın yolsuzluk ve yoksulluğa itirazını yükselttiği her dönemde Senato’nun bir dış savaş veya gerginlik başlatmasına ve halkın da başlayan savaş ile birlikte öfkesini ve itirazlarını unutup Senato’nun arkasından onun istediği yönde gitmesine dikkat çeker konuşmalarında. Ama o günlerde savaş kararı hem halkta hem mecliste hem de Jakoben Kulübünde daha popüler desteğe sahip olduğu için engel olamamıştır.[2]

ÖZGÜRLÜĞÜN DESPOTLUĞU

En nihayetinde Robespierre’in muarızlarıyla mücadele süreci O’nu derin korkulara sürüklemiş, özgürlük kavramını radikalleştirerek özgürlüğü tehdit eden halkın düşmanlarına karşı terör uygulamayı meşru gören bir bakışa savurmuştur. Kuşkusuz Robespierre terör rejimini önceden planlamamıştır. Savaşın totaliter bir rejim getireceğini önceden sezmiş, ancak bu rejimin başında kendisinin olacağını ne önceden ne de diktatör haline geliş sürecinde hiçbir zaman fark edememiştir. Zira O halkın haklarını en iyi savunanın kendisi olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir hep: “Bugüne kadar Devrim sahnesinde görünen bütün açgözlülerin şu ortak yanı vardı: Hepsi halkın haklarını ona ihtiyaçları olduğu sürece savundular. Hepsi ona en kurnaz ve en güçlüler eliyle güdülmek için yaratılmış aptal bir sürü gözü ile baktılar…”[3] Sonuçta Devrim bütün çocuklarını yediği gibi en ateşli çocuğu olan Robespierre’i de yemiştir.

JOHN ADAMS İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLAYAN YASAYI YÜRÜRLÜĞE KOYMUŞTUR

Gelelim John Adams örneğine. John Adams, esasında basın ve ifade özgürlüğüne inanan aydın bir karakter. Gençlik yıllarında yaptığı gazetecilik mesleğinden itibaren baskılarla, kısıtlamalarla, yasaklarla mücadele etmiş bir isim. Kimsenin karşı olmadığı, karşı olmaya cesaret edemediği dönemde köleliğe net şekilde karşı çıkanlardan birisi aynı zamanda. Sonradan ABD’nin 6. Başkanı olacak olan oğluyla beraber, ABD’nin ilk 12 başkanı arasında hayatında hiç köle sahibi olmamış tek isim de aynı zamanda. Ne var ki Adams’ın başkan olduktan sonra eleştirilmeye tahammülü kalmamış, selefi Washington gibi muhalefeti hazmedip kabullenmek yerine bastırmaya çalışmıştır. Hayatı boyunca emek verdiği siyasi kariyerinin en yanlış kararını vererek, Federalistlerin Kongre’den geçirdiği bir yasayı, hem de dramatik bir tesadüf olarak, 14 Temmuz 1798 günü, yani Fransız devriminin Bastille Kalesi Baskının dokuzuncu yıldönümünde imzalayarak yürürlüğe sokmuştur.

YARGILANIP MAHKÛM EDİLENLER ARASINDA KONGRE ÜYESİ DE VAR

Bu yasa uyarınca Başkanı, Bakanları, Federal hükümeti, devlet görevlilerini eleştiren herkes 2000 dolara kadar para cezası ve 2 yıla kadar hapis cezası ile yargılanmaya başlanmıştır. Kongre’nin “ifade özgürlüğünü yasaklayacak yasa yapamayacağı” hükmünü kapsayan birinci ek maddenin anayasaya girmesinin üzerinden 7 yıl bile geçmemişken, çok sayıda gazeteci, politikacı ve sıradan yurttaş, “devlet başkanına hakaret”, “devleti aşağılama”, “devlet görevlisine hakaret”, “devlete itiraz, devleti protesto” gibi demokrasi ve cumhuriyet ilkeleri ile kesinlikle bağdaşmayacak suçlamalarla gözaltına alınıp yargılanmaya başlanmıştır. Yargılanıp mahkûm edilenler arasında, Adams yönetiminin politikalarını eleştiren makale kaleme alan bir Kongre üyesi bile olmuştur. Federalistler de tıpkı Robespierre gibi, ifade, protesto ve eleştiri özgürlüğünü askıya alan bu yasanın, “özgürlüğü korumak” için gerekli olduğunu savunmuşlardır. Daha da kötüsü, yasada yer alan bir madde ile bu yasayı eleştirmek de yasanın öngördüğü “devlete karşı gelmek” suçu kapsamına alınmıştır. Böylesi bir yasanın çıkarılmasına önayak olan bir Başkan’ın bir zamanlar şöyle bir cümle kurduğunu da unutmamak gerekir: “Halkın, devlet baskısına karşı direnme ruhunu canlı tuttuğunu devlet yöneticilerine zaman zaman hatırlatmadığı hangi ülke özgürlüklerini koruyabilir ki?”[4]

Bu her iki örnekte de görüldüğü gibi, bir zamanların özgürlük savunucuları, muktedir olduktan sonra yine özgürlüğü korumak adına, özgürlüğü boğan en önde gelen kişiler haline gelebiliyor. Özgürlüğü kısıtlamak için her zaman, her tarihsel koşulda mutlaka kolayca gerekçeler bulunabiliyor. Halkın ekmeğine göz koyanlarla mücadele etmek, hainlere haddini bildirmek, halkı kandırmak isteyen gericileri püskürtmek, ülkenin bütünlüğünü bozmak isteyen ajan-teröristlere dünyayı dar etmek. Milli çıkarlar, dini hassasiyetler, gelenekler, ahlaki değerler, aile birliği aklınıza ne gelirse özgürlüğü boğmak için kullanılabilir. Günümüz Türkiye’sini açlığın kol gezdiği halde hiç kimsenin sesini çıkaramadığı bir korkaklar ülkesi haline getiren parti aynı zamanda herkes için özgürlük ve refah vaat eden parti değil miydi? “Açız!” diye haykıran başörtülü “bacılara” güvenlik güçlerini saldırtan parti ile başörtülü olarak kamusal alanda var olabilme hakkı vaat eden yine aynı parti değil mi? Ülkeyi siyaseti imkânsız hale getiren askeri vesayetten kurtarma vaadiyle yola çıkıp, asker-polis demeden bütün kolluk kuvvetlerini tek hedefe seferber ederek kendi tek adam vesayetinin aparatları haline getiren kişi bir zamanlar yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele edeceğini muştulamamış mıydı?

Özgürlük vaadi siyasetin en kolay vaatleri arasında olmasına rağmen, hiçbir siyasetçinin muktedir olduktan sonra yerine getiremediği vaattir de aynı zamanda. Çünkü dünyada sağlam bir denge ve denetleme mekanizması ile yetkileri ve kararları sınırlanmayan herkes çok çabuk bu vaat ettiğinin tersine savrulabilir. Çünkü insan denilen canlı, en çok kendisine yabancı, en çok kendisine âşıktır. Birileri tarafından uyarılmayan herkes, bir süre sonra kendisini asla yanılmayan bir tanrı zannetmeye başlayabilir. Birileri tarafından uyarılmayan herkes dünyanın en adil, en mükemmel, en eşitlikçi insanı zannedebilir. Çünkü yetkisi sınırsız, sözü ve kararı sorgulanmayan herkes bir süre sonra değil dünyanın kendisi etrafında döndüğünü zannetmeyi, bizzat evrenin kendisinden ibaret olduğunu zannedebilir. Sınırsız güç ve yetki narsizmin gübresidir. Siyasetçi olmak bir miktar narsistik kişilik gerektirir; ancak bu narsistik kişilik mümbit bir toprağa düştüğü ve sınırsız güç ve yetki tarafından da beslendiği zaman, bu toplumun, siyasetin, özgürlüklerin ve refahın çoraklaşması anlamına gelir. Çünkü toplumun tüm refahını bu tek bir kişi sömürür ve kendi bünyesinde toplar. Toplumun refahı için, mayasında narsistik unsur olan hiçbir siyasetçinin sınırsız yetki ve gücü olmamalıdır.

[1] Server Tanilli (2001), Fransız Devriminden Portreler, İstanbul: Adam Yayınlar, s. 30.

[2] Cemal Tunçdemir: https://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/ozgurluk-esitlik-kardeslik-ve-kahve-ifade-ozgurlugu-tarihine-bir-yolculuk-6,34972 (Erişim tarihi: 14/07/2022).

[3] Vedat Günyol (Yay. Haz.) (1989). Devrim Yazıları, İstanbul: Belge Yayınları, s. 40.

[4] Cemal Tunçdemir: https://t24.com.tr/yazarlar/cemal-tuncdemir/ifade-ozgurlugu-yok-edilmeden-kisitlanabilir-bir-sey-degil-ifade-ozgurlugunun-tarihine-bir-yolculuk-son,35459 (Erişim tarihi: 14/07/2022)

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

Özgür iletişim için pozitif özgürlük perspektifinden somut öneriler

“İnsanların, kuşkulu olabilmesi olasılığı bulunan bütün konularda mutlaka serbest tartışmanın var olmasını...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz