19.9 C
Ankara

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

Paylaş:

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın sonu ve yaşamaya çalışmanın başlangıcı…”

Kızılderili Şefin mektubundan

Çocukluğumun geçtiği Antalya’nın Elmalı ilçesinin Tekke Köyü’nde otuz-otuz beş yıl önce yaklaşık beş metre derinden gürül gürül sular çıkardı. Her mahallede su kuyuları vardı. Kuyular çocukluğumun korkulu rüyası olmasına rağmen, ağzından bakmadan edemezdim. Zira benim için büyülü bir derinlikti kuyular. O üç-beş metre derinliğindeki kuyunun nasıl kazıldığı ayrı bir muamma, o kazılan kuyunun dibinde suyun nasıl var olduğu ayrı, o derinlikteki daracık kuyunun duvarlarının taşla nasıl örüldüğü ise apayrı bir muammaydı benim için. Bu muammayı çözmeye çalışırken ilk olarak bu kuyuların dibindeki sular çekildi. Yavaş yavaş bunlar kör kuyulara dönüştü. Şimdi bu kuyuların izleri bile silinmiş durumda. Ardından bazı yörelerde pat pat, bazı yörelerde ise pancar motoru diye bilinen mazotla çalışan su motorlarının beş metre civarındaki derinlikten çektiği sular tükendi. Yıllarca bu motorlarla, kuyularla ve tulumbalarla yerin çok da derin olmayan altından çıkarılan suların bu kadar hızla tükenmesi ilk zamanlar hepimizi dehşete düşürdü.

SUSUZLUK YOKSULLAŞMAYI GETİRDİ

Lisede okuduğum yıllarda, sulama yapmak için kullanılan bu sondaj kuyuları patır patır çökünce birden yerin otuz metre altında su arayışına girildi. İlk gençlik yıllarım dalgıç sistemiyle otuz metre derinde su arayan sondaj kazıcılarının her mevkide konuşlandığı ve hummalı bir sondaj kazım faaliyetinin devam ettiği zamanlara denk gelir. Bu susuzluk, elbette birdenbire yoksullaşmayı, üretim yapamamayı beraberinde getirdi. Bu susuzluğun sebebine dair rivayetler muhtelifti. Avlan Gölü’nün kurutulmuş olması, yörenin doğal dengesini bozmuş, yağmurlar yağmaz olmuş, bu nedenle kuraklık başlamıştı. Daha on altı on yedi yaşındayken, bahçelerimizi ve tarlalarımızı yerin otuz metre derininden traktörlerin kuyruk milleri marifetiyle çok pahalı şekilde çıkarılan suyla sulamaya çalıştığımız hala aklımdadır. Bu sulama çabası sırasında bahçelerin neredeyse her iki yüz üç yüz metrekaresinde büyük çukurlar açıldığını, bu ağzına ne versen yutacak kadar geniş ve derin çukurlara yer altından pahalı şekilde çıkarılan suların “boşuna” akmaması için etrafını çamur bentleriyle çevirmeye çalıştığımızı da hiç unutmam. Laf arasında suyun bu çukurlara “boşuna” akmaması diyorum ama aslında boşuna değildi belki de bu akış. Yer altı verdiğini geri istiyordu belki de. Birkaç defa bu derin çukurlara neredeyse ben de kapılıp gitme riskiyle karşı karşıya kalmıştım. Birkaç elma ağacımızın da gövdesinin birden bire bu çukurların içine çöktüğüne ve kaybolduğuna da şahitlik ederek korkudan kalakalmıştım.

Bunları yaşadığımız zamanların üstünden yaklaşık otuz yıl geçti. İki üç yıl içerisinde karşılaştığımız bu radikal değişiklik, ne devletin tarım ve sulama politikasında ne de üretici köylünün alışkanlıklarında radikal bir değişime yol açtı. O zamandan bu zamana bu değişimin hızı giderek arttı. Şimdi, o zamanlarda açılan sondaj kuyularının çoğunun çöktüğünü, çökenlerin yüz yüz elli metre uzağına yenilerinin açıldığını duyuyorum, nadiren gittiğim zamanlarda da şahit oluyorum. Yeni açılan kuyulardan çıkan suların yaklaşık yüz ile yüz elli metre derinden geldiğini de söylemeden geçmeyeyim. Yer altındaki su rezervlerinin artık tamamen tükenmekte olduğunu anlamak için sanırım jeolog olmaya gerek yok.

700 YILLIK ÇINAR GÖZ GÖRE GÖRE KURUMUŞ

Bahsettiğim bu köy aynı zamanda eski bir Bektaşi Tekkesi. Tekkenin girişinde çocukluğumda dallarına salıncaklar kurduğumuz ulu bir çınar yaşardı. Kim bilir kimler bu ulu çınarın altında gölgelemiş, nefeslenmiştir? Bu ulu çınarın yaşının 700 olduğu tahmin ediliyor. Muhtemelen dergâhın kurulduğu tarihlerle yakın tarihlerde dikilmiş ve o günlerden günümüze hayatta kalarak gelebilmiş. Bu yazıyı kaleme aldığım sıralarda yaklaşık iki yıldır görmediğim bu çınarın hazin manzarasını görünce bir yandan çocukluk hatıraları canlandı gözümde, diğer yandan dehşet verici bir korku yerleşti içime. Zaten uzun zamandır, hem ülke yöneticilerinin yürüttüğü tarım politikası-politikasızlığı, aşırı doğa sömürüsü ve su kaynaklarının ölçüsüzce tüketilmesi gibi nedenlerle içine düştüğümüz açmazla ilgili olarak kaygılanıyordum. Bu kaygıyı geçen yıl yaşanan uzun süren orman yangınları, bu yıl yaşanan orman yangınlarıyla dünyanın Kuzey Yarımküresindeki olağanüstü sıcaklar ve dengesiz yağış rejimleri daha da derinleştirdi. Bütün bu kaygıların üstüne 700 yıllık ulu çınarın göz göre göre kuruduğunu ya da kurumasına kayıtsız kalınarak alenen kurutulduğunu görünce kaygılarım korkuya dönüştü.

DÜNYA ÜZERİNDE İNSAN TÜRÜ OLMASA BİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Kuşkusuz dünyada buzul çağları, belli coğrafyaların çölleşmeleri, belli bölgelerinin de su altında kalması gibi değişik felaketler görüldü. Bu felaketler, bizim gibi fani canlılar için büyük olaylar olsa da, gezegenimiz için belki de sıradan olaylar. Dünyada insan türünün yaşamaması, sanırım dünya açısından çok büyük bir fark yaratmayacaktır. Dünya ile insan türü arasındaki ilişki aklıma her zaman Nazım Hikmet’in Tahir ile Zühre Meselesi adlı şiirini getirir. “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” Yani dünyada insan türü yaşamamış ya da yaşamayacak olsa dünyanın umurunda olur mu? Muhtemelen olmazdı. Belki de içinde bulunduğumuz iklim krizi de, dünyanın yaşadığı bizden önceki iklim değişikliklerinden çok da farklı değildir. Buradaki temel fark, belki de bu değişimde insan faktörünün ciddi bir etkisinin olması. İnsan denen türün açgözlülüğünün, yaşamın sadece kendisininkinden ibaret olduğu suizannının ve bu zanna dayanarak kendisi dışındaki bütün canlıları yok etme arzusunun bu radikal değişimde büyük bir payının olduğu kesin gibi.

İçinde doğup büyüdüğüm ve bu radikal değişimi yakından gözlemlediğim köyden bu açgözlülüğün izdüşümlerine dair birkaç örnek vereyim sizlere. Bu örnekleri verirken elbette devletin sağlıklı, anlamlı ve bilimsel verilere dayalı bir tarım politikasının olmamasının da önemli bir payının olduğunu unutmamaya çalışacağım. Ancak, insanların açgözlülüğünün, çoğa tamah etmelerinin, doğanın sanki hiç bitmeyecek bir kaynak olduğu yanlış inancının da önemli bir etkisinin olduğunu akıldan çıkarmamak gerektiğinin altını çizeyim.

ATALIK TOHUMLAR TERKEDİLDİ

Yıllar içerisinde fazla suya ihtiyaç duymayan atalık tohumlardan vazgeçilip, fazla ekin hasat etme hevesiyle ithal tohumlara tamah edildi. Bu yıl misal, üreticilerden aldığım bilgilere göre, buğdaylara bir ile iki defa yağmurlama sistemiyle ya da salma su yöntemiyle su verildiği halde ne ekin ne de saman açısından beklenen ve istenen randıman alınabildi. Oysa benim çocukluğumda ekilen buğdaylara hiçbir şekilde su verilmezdi, ama yine de beklenen randıman alınırdı. Bu süreç içerisinde atalık buğday tohumu kalmadı. Muhtemelen ekilmek istense de, ekosistem tarım ilaçları ve aşırı gübre kullanımı nedeniyle o kadar bozulmuş durumda ki, atalık tohum bu değişikliğe uyum sağlamakta güçlük çekebilir. Zaten, kime sorsam, atalık buğday tohumunun kendisinde olmadığını söylüyor. Bu da ayrı bir trajedi.

DAMLAMA SULAMA YAYGINLAŞTIRILAMADI

Yaklaşık on yıl önce uzun yıllar boyunca bir türlü bitirilemeyen Elmalı Ovası’nı sulama amacıyla kurulan Çayboğazı Sulama Barajı faaliyete geçti. Bu baraj suyundan kullanmak için tek koşul, kullanacak olanların damlama sistemi kurmasıydı. İlk kullanılmaya başlandığında pek çok üretici devlet bankalarının sağladığı uygun kredilerden yararlanarak damlama sistemleri kurdurdular. Ne var ki, bu damlama sistemlerini randımanlı kullanmak neredeyse mümkün olmadı. Çünkü bazı kullanıcılar, kaçak yollarla barajdan gelen suyu salma sulama sistemi için de kullandı. Bir iki kişi bu şekilde kullanınca ve buna gerekli yaptırımlar uygulanmayınca barajın suyu gerektiği gibi işletilemedi. Bu sulama sisteminden umudu kesen pek çok üretici tekrar yer altı sularına geri döndü. Bu dönüşle birlikte, yer altı rezervlerindeki azalmanın hızı yeniden arttı.

YAYLA SERACILIĞI SU KAYNAKLARINI SÖMÜRÜYOR

Köyde sera yöntemiyle aşırı su isteyen sebzecilik giderek daha da yaygınlaştı. Öyle ki, Finike ve Kumluca gibi yakın ilçelerde kış seracılığı yapan bazı üreticiler yaz üreticiliği için köyden toprak satın almaya başladı. Beş altı yıl içinde köydeki sera sayısı hızlı şekilde arttı. Bu artış suya ihtiyacı da arttırdı. Bu artışla birlikte yer altı rezervlerinin azalışı hızlandı.

YONCA YETİŞTİRİCİLİĞİ SU KAYNAKLARINI TÜKETİYOR

Son on yıldır seracılığın yanı sıra, özellikle elma yetiştiriciliğinden yeterli kazanç sağlayamayan pek çok üretici meyve bahçelerini sökerek yonca üreticiliğine soyundu. Elma bahçesi, ortalama yirmi ila yirmi beş gün içinde su isterken, yonca tarlaları neredeyse beş altı günde su istiyor. Yaklaşık her hafta kesilen yoncanın yerine yeni sürgünlerin çıkabilmesi için yaz boyunca mütemadiyen sulama yapmak gerekiyor. İdeal durumda yaz boyunca yaklaşık yedi sekiz defa yonca kesimi yapılabildiğini düşünürseniz bu yonca tarlalarının istediği suyu hesap edebilirsiniz. Bu yonca tarlalarının aynı zamanda ekosistemi de bozduğunu köylüler kendileri ifade ediyorlar. Domatese ve hasadı yazın yapılan meyvelere musallat olan ve köylülerin kendi aralarında “tuta” adını verdikleri bir çeşit hastalık tarzı bakterinin yaygınlaşmasıyla tarla domatesi üreticiliğinin neredeyse imkânsız hale geldiğini üreticilerin kendileri dile getiriyor.

Yukarıda bahsettiğim örnekler daha çoğaltılabilir. Ben ne ziraat mühendisiyim ne de jeoloğum. Benim burada aktardıklarım tamamen çocukluğumdan beri süregelen kişisel tarihime dayalı gözlemlerden ibaret. Üniversite okumak için Ankara’ya yerleştiğim yıla kadar neredeyse tam zamanlı tarım üreticiliği yaptım. Yaptığım işten şikâyetim olduğu, köyden uzaklaşmayı arzu ettiğim ve çiftçilikten hazzetmediğim için ayrılmadım köyümden. Belki de hala hayatımda yaptığım en anlamlı işin çiftçilik olduğunu düşünürüm. Çünkü somut olarak bir canlının büyümesine vesile olmak, kendin dâhil birilerinin karnını doyuracak ürün yetiştirebilmek belki de hayatta en tatmin edici işlerden birisi bana kalırsa.

“ŞEHİRLİLER BİZ ÜRETMEZSEK NASIL KARINLARINI DOYURACAKLAR?”

700 yıllık çınar ağacının kurumuş olması, büyük bir değişimin işareti büyük ihtimalle. Çünkü böylesi bir çınar ağacının kuruması için yerin en az yüz metre altındaki su kaynaklarının tükenmiş olması gerekir. Zira çınar ağacı belli bir büyüklüğe erişince ekstra sulamaya ihtiyaç duymaz, yer altındaki su rezervleriyle beslenir. Bahse konu bu ihtimalin ne kadar güçlü olduğuna dair bilimsel araştırmalar da mevcut. Meclisin taslak iklim krizi raporuna göre Türkiye’de 2099’a kadar yaz sıcaklığındaki artış 6 dereceyi aşabilir, yağışlar yüzde 60 azalabilir.[1] Yine bir başka araştırmaya göre Antalya’da yaklaşık seksen yıl içinde gündüz saatlerinde kesinlikle dışarı çıkılamaz hale gelecek, tarımsal üretim yapmak imkânsız olacak, topraklar susuzluktan çölleşecek.[2] Açıkçası bu araştırmadan haberdar olduğum için köydeki 700 yıllık çınar ağacının kurumasının ciddiyetini daha iyi kavradığımı düşünüyorum. Bunun ciddiyetini anlatmaya çalıştığım köylülerden birisi, “biz tarımsal üretim yapamazsak, bu sadece bizim sorunumuz olmayacaktır, şehirliler biz üretmezsek nasıl karınlarını doyuracaklar?” diyerek yanıt verdi. Bu yanıt sanırım, iklim krizinin sadece üreticilerin değil tüketicilerin de sorunu olduğunu çok iyi anlatıyor. Bu sorunu hep birlikte sahiplenerek çözüm yolları bulmaya çalışmazsak, belki de sapiens türü top yekûn bir açlıkla sınanacak her şeyden önce. Dünyayı yaşanmaz hale getirmemizin dünyayı pek de ilgilendirmediğini, asıl olarak üzerinde yaşayan ve kendini canlıların en şereflisi olarak addeden insanı ilgilendirdiğini unutmamamız gerekiyor. Dünya değil, bizler yok olacağız bu gidişle. Sonuçta mutlaka dünyanın üzerinde yaşayacak başka canlılar olacaktır.

[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58678549 (Erişim tarihi: 13/08/2022)

[2] https://www.ntv.com.tr/yerel-haberler/antalya/antalyanin-iklimi-2100de-kahire-gibi-olacak,zPmmG30X00Wo3l7yU5g2Rw (Erişim tarihi: 13/08/2022)

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

Özgür iletişim için pozitif özgürlük perspektifinden somut öneriler

“İnsanların, kuşkulu olabilmesi olasılığı bulunan bütün konularda mutlaka serbest tartışmanın var olmasını...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz