11.8 C
Ankara

Yalan endüstrisi ve bilişsel önyargılarımız

Paylaş:

Tezcan Durna[1]

Bir insanı yalan söylemekten ne alıkoyar? Ya da soruyu tersinden soralım: Bir insanı illa ki yalan söylemeye ne teşvik eder? Sorunun muhatabını değiştirerek tekrar soralım: İnsanlar siyasilerin ya da yalan söyleyenlerin yalan olduğu apaçık olan sözlerine neden inanırlar? Bu sorulara kolayca yanıt vermek çok zor. Yalan, hakikat, kanı, doksa gibi pek çok kavramlarla uzun yıllardır pek çok felsefi ekolün tartışma alanına giriyor bu soruların yanıtları. Bu soruların yanıtları üzerine ancak bir tartışma/spekülasyon yürütülebilir belki de. Buna geçmeden önce birkaç örnekle başlayalım.

Orson Welles’in, Dünyalar Savaşı (The War of the Worlds) adlı radyo oyunu ABD’de ilk defa 1938 yılı Cadılar Bayramı sabahında radyoda oynandığında, kısa bir süre içinde ülke çapında bir paniğe yol açtı. Oyun New Jersey’nin Marslılar tarafından işgal edildiğine dair bir sahte habere dayanıyordu ve oyun 40 yıl önce yazılmış bir romandan uyarlamaydı. Bu sahte habere dayalı radyo oyununu gerçek sanan bazı dinleyiciler, polis ve basın bürolarını ile gazetecileri harekete geçirerek ulusal bir histerinin ateşleyicisi oldular. Temsil ve gerçek arasındaki incecik çizginin nasıl bir histeri yaratabileceğine dair belki de ilk örneklerden birisidir bu olay ve iletişim tarihinin travmatik/dramatik ve bir o kadar parodik bir örneği olarak akıllara kazınmıştır.[2]

Sahte ya da kasıtlı yalan haberlerin yol açtığı bazı histeriler ise ağır trajedilere yol açmıştır. 1955 yılının Eylül ayında Demokrat Parti yanlısı Mithat Perin’in sahibi olduğu İstanbul Ekspres Gazetesi’nde Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi yayınlanır. Kıbrıs Türk’tür Derneği üyeleri tarafından hızlıca İstanbul’da dağıtılan gazetedeki haber kısa süre içinde İstanbul’da gayrı Müslim yurttaşlara yönelik bir pogroma yol açar. Saldırılar sonucunda farklı kaynaklara göre 11 ila 15 arasında kişi hayatını kaybetmiş, 30 ila 300 kişi yaralanmış, 400’e yakın kadın tecavüze uğramış, ağırlıklı kısmı Rumlara ait olmak üzere, neredeyse hepsi gayrimüslim azınlıkların olan pek çok mabet, konut, iş yeri ve fabrika tahrip edilmiştir. Dönemin gazetelerine göre “asıl suçlu Türkleri provoke eden Rumlardır”. Ancak yağmalanan işyerleri, konut ve mabetler arasında Ermeni ve Musevi yurttaşlarınkilerin de olması bunun sadece Rumlara yönelik bir misilleme olmadığını göstermektedir.[3] Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen bu olay elbette ne ilk ne de sondur; yalanların yarattığı hınç ve öfke ilerleyen yıllarda daha pek çok linçi beraberinde getirecektir. Bu linç girişimlerinin tetiklenmesinde Türkiye basınının en azından belli bir kısmı önemli roller üstlenmiştir

İNSANIN BİLİŞSEL YETİLERİNİN SINIRI!

John Tomlinson, Kültürel Emperyalizm adlı çalışmasında sinemanın ürettiği temsillerin izleyende yarattığı gerçeklik hissine verilen aşırı reaksiyona bir örnek verir. Bir Afrikalı yerli kabilesine sokak sinemasında bir savaş filmi gösterilir. İzleyenler beyaz perdede bir film izlediklerini biliyorlardır elbette. Ancak filmin bir sekansında savaşan taraflardan bir grup atlı ekrana doğru hücuma geçer. İzleyiciler, bu hücumun beyaz perdede bir gölge olduğunu bir an unutup gerçek zannederek sinema perdesine aniden saldırır. Ellerine ne geçirdilerse perdeye fırlatan izleyicilerin gerçeklik algısı, perdedeki gölgelerin üzerlerine geldiğini düşündürtür. [4] Aslında insan denen fani yaratığın bilişsel yetilerinin ne kadar da sınırlı olduğunu çok iyi gösteren örneklerden birisidir bu olay. Elbette Tomlinson bu olayı çalışmasında kültürel emperyalizm kavramına Ortodoks yaklaşımın yersiz olduğunu ispatlamak için örnek olarak verir. Bu başka bir tartışmanın konusu.

1976 yapımı Sydney Lumet’nin yönettiği bol Oscar’lı Şebeke (Network) filmi, liberal demokrasilerin dördüncü kuvveti sayılan medyaya, özelde de televizyona ağır bir taşlama örneği olarak sinema tarihi içindeki müstesna yerini almıştır. Gerçekte olmayan UBS adlı bir ulusal televizyon kanalında ana haber sunuculuğu yapan Howard Beale, reyting kaybettiği için işten atılacağını öğrenir. Yıllarını bu işe vermiş olan Beale işinden kolayca vazgeçecek gibi değildir. Haber müdüründen izleyicileriyle vedalaşmak için son defa ekrana çıkma talebinde bulunur. Bu veda konuşmasında gece bir rüya gördüğünü ve rüyada bir sesin kendisine gerçekleri söyleteceğini bildirdiğini anlatır. Gaipten gelen sesin kendisini neden seçtiğini de merak eden Beale, sesin kendisine “Sen televizyondasın ve 40 milyon Amerikalıya sesleniyorsun, bu belki de bir zaman sonra 50 milyon olacak” dediğini aktarır. Beale’in delirdiğini düşünen haber müdürü bu yayından sonra kendisini tamamen yayından alacağını belirtir; ancak nihayet bu gerçeklerin halka anlatılmasına aracılık edeceğini iddia eden yarı deli adam, kısa bir süre içinde söz konusu televizyon kanalının bir süreliğine de olsa en çok izlenen ve kitleleri harekete geçirme kabiliyeti olan bir fenomene dönüşür. Aklıselimi temsil eden haber müdürünün yerini kısa süre içinde aklını reytingle bozmuş olan başka bir müdür alır, işler çığırından çıkar. Elbette filmin tümünü burada anlatacak değilim, izlemeyenler için spoiler olmasın. Film, ticari televizyon kanallarının reyting kaygısının hakikati eğip bükme konusunda ne kadar etkili olduğunu net ve ironik biçimde anlatan çarpıcı bir örnektir. Bu parodinin Türkiye’de özel televizyon kanallarının ilk açıldığı yıllarda nasıl gerçek hayatımızın bir parçası olduğunu ülkecek deneyimledik, bugünlerde bunu farklı şekillerde deneyimliyoruz.

TRUMP’IN YALANLARI VE GÜNAHKÂR ABD MEDYASI…

ABD’nin önceki dönem Başkanı Donald Trump, tarihe belki de en kısa sürede en çok yalan söyleyen ABD Başkanı olarak geçti. 2017’de yemin ederek resmen başkan olduktan sonra Reagen’dan sonra en büyük seçim zaferini kazandığı, ABD tarihinin en kalabalık katılımlı yemin töreninde yemin ettiği gibi kısmen beyaz sayılabilecek yalanlar da dâhil kısa süre içinde yüzlerce yalan söyledi malum şahsiyet.[5] İşin garip tarafı bu yalanlar, ABD’de hem gazeteler hem de teyit kuruluşları tarafından ifşa edildi. Ancak yalan olduğu apaçık olan bu iddialara ABD nüfusunun en az yarısı inanmaya devam etti. Zira Donald Trump, bu yalanları söylerken aynı zamanda, kendisini istemeyen müesses nizamın temsilcilerine ve büyük medya kuruluşlarına karşı mücadele verdiğini de iddia ediyordu. ABD ana akım medyası, kuşkusuz hiç de masum değildi. Chomsky ve Herman “Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği”[6] adlı çalışmalarında ABD ana akım medyasının nasıl ABD hegemonyasının propaganda aracı işlevi gördüğünü detaylarıyla anlatmışlardı. Hâlbuki biz ABD medyasının “düzgün işleyen” ABD demokrasisinin dördüncü gücü olduğunu zannediyorduk. Yani ABD halkı aslında Trump’un yalanlarıyla günahkâr ABD medyasının propagandist yaklaşımı arasında bir seçim yapmaya zorlanıyordu. Tabi ki bir kısmı bir “şeytana” diğer kısmı başka “şeytana” inanmayı seçiyordu.

Günümüzde Türkiye’yi tek başına yöneten kişinin genel başkanı olduğu AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara gelmeden önce, devletin o dönem muktedirlerinin borazanlığını üstlenmiş olan Türkiye ana akım medyasının üç “şeytan” unsurundan (sol, Kürtler ve İslamcılar) birisinin temsilcisi olarak dışlandı, görmezden gelindi ve tehlikeli görüldü. Günümüzün tek adamı, tıpkı Trump gibi Türkiye’deki medyanın da içinde yer aldığı pek çok statüko odağına karşı cengaverce mücadele yaptığını iddia ederek çıktı halkın karşısına. Yalan da değildi. Türkiye ana akım medyası belki de tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamda hakikatin peşinde samimiyetle gitmedi. Her zaman güç odaklarıyla kurulan çıkar ilişkileri, ilke ve gazetecilik etiğinin önünde tutuldu. Başta partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’nin bütün unsurları uzunca zamandır, yalan söyleme konusunda hiçbir şekilde elini korkak alıştırmıyor. Her söylenen yalan bu yalanlara inanmayanlar tarafından “yok artık yalanın bu kadarına kim inanır?” şaşkınlığıyla karşılanıyor. Ancak bu yalanların hala alıcısı var ki söylenmeye devam ediliyor. Aslında Türkiye ana akım medyası, özel televizyonlar zamanından bu yana güvenilmeyen kuruluşlar arasında ön sırada yer alıyor. ABD’deki durumdan farklı olarak, Türkiye’de ana akım medya tamamen ele geçirilmiş olduğu için, Erdoğan’ın mücadele ettiğini iddia edecek statüko odağı da pek kalmamıştır. Bu nedenle, Erdoğan ve etrafındakilerin mücadeleleri statüko yerine bizzat halkın kendisiyle olmaya başlamış durumdadır. Söylenen yalanların fütursuzluğu bu mücadelenin seyrinin nereye doğru evrildiğini çok iyi gösteriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği, Türkiye’nin çok partili hayata geçtiğinin de açıklandığı yıl doğan annem, çocukluğunda evlerindeki radyodan gelen seslerin nereden geldiğini bir türlü anlayamadıklarını, çocuk aklıyla transistörlü radyonun dönüp dönüp arkasında insan aradıklarını anlatırdı. O zamanlar radyonun içinden gelen seslerin sahiplerini arayan annem, bugünlerde pandemi nedeniyle bir araya gelemediğimiz için bizlerle ve yurtdışındaki torunuyla cep telefonuyla görüntülü olarak konuşuyor ve bunu artık hiç yadırgamıyor.

YALANLARA İNANMA EĞİLİMİ VE İNSANIN ‘BİLİŞSEL ÖNYARGILARI’

Bilişsel becerilerin koşullar ve zaman içinde nasıl da geliştiğine bir örnek olarak gösterecek değilim bunu tek başına. Bu ve diğer örnekler, insanın gerçekliğe dair algısının sınırlarının ne kadar kaygan olduğunu anlamak açısından bize önemli ipuçları veriyor. Aslında yalanlara inanma eğiliminde sanırım insanın “bilişsel önyargıları”[7] önemli bir faktör olarak duruyor. Bilişsel önyargıları besleyen en önemli şey ise kendi üstüne kapaklanan ve fetişleştirdiğimiz kanaatlerimiz. Kanaatlerimizi hakikat mertebesine yükselten şey samimi bir diyaloga girmek yerine bütün diyalog kanallarının kapatılması gibi görünüyor. Günümüz yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı ve giderek daha çok yükselen yankı odalarının duvarları, diyalog yerine kendi kanaatlerimize gömülerek varlığımızı daha çok yüceltmemize yol açıyor. Hâlbuki geçmişte yaşanan linçlere yol açan yalanların hızlıca kitleleri etkilemesi de günümüzde sosyal ağlarda yalan haberlerin troller tarafından hızla dolaşıma sokularak hakikat algımızı dumura uğratması da diyalog kapılarının kapalı olmasının sonucu. Muhteris ve yalana bağımlı otoriter liderlerin etkisinden kurtulmanın en iyi yolu yalanlara inanmaya teşne olanlarla bu yalanları sorgulayanlar arasındaki diyalog kanallarını açmaya çalışmaktır. Belki de önümüzdeki yılların toplumlarında en önemli ve acil ihtiyaç bu olacak gibi görünüyor. Bu ihtiyacı karşılamak için ise, gerçekleri anlatacak iletişim kanallarını kendilerini yalan söyleme ayrıcalığı ile geniş halk kitlelerinden ayıran insanların elinden almak öncelikli görev olarak duruyor.

[1] um:ag Genel Yayın Yönetmeni

[2] https://www.smithsonianmag.com/history/infamous-war-worlds-radio-broadcast-was-magnificent-fluke-180955180/#h2FAexeJmuCHJfSt.99 (Erişim Tarihi: 22/02/2021)

[3] Dilek Güven (2005), Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

[4] John Tomlinson (1999), Kültürel Emperyalizm, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[5] Lee Mcintyre (2019), Hakikat Sonrası, İstanbul: Tellekt Yayınları.

[6] Noam Chomsky ve Edward S. Herman (2012), Rızanın İmalatı, İstanbul: BGST Yayınları.

[7] Nathan H. Lents (2020), İnsanın Kusurları: İşe Yaramaz Kemiklerden Bozuk Genlere, Arızalarımıza Genel Bir Bakış, İstanbul: Metis Yayınları.

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır.  Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

 

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz