Ülkemizin, sakatlık ve sakatlar konusundaki bakış açısını, köklü bir eleştiriye tabi tutmaya ve devrim niteliğinde bir yaklaşımla değiştirmeye şiddetle gereksinmemiz var. Ne demek istiyorum? Açıklıyayım.
Engellilere tanınan haklardan yararlanabilmek yani hak öznesi olmak için vücut fonksiyon kaybı oranının en az %40 olması gerekiyor. Engelli sayılmak için kullanılan bu % 40 oranı, yıllardır hiç sorgulanmaksızın mevzuatımızda yer alıyor. % 39 olunca, neden bütün haklardan yoksun kaldığımız merak edilmiyor; bundan dolayı canı yananlar sakatlık sınırı için bir başka oran, örneğin % 30-35 oranı gibi değerler öneriyorlar. Böyle sınırlar konulmasının saçma olduğunu, buna gereksinme de bulunmadığını hiç kimse düşünmüyor.
Gerçekten de nereden çıkmıştır bu % 40 meselesi? Bu uygulama, hangi bilimsel analize veya hangi pratik gereksinmeye dayanıyor?
Hiçbir ülkede % 40 ya da başka bir oran kullanılmıyor. Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü’nün engellilik kriterleri arasında bu çeşit oranlar bulunmuyor. Elbette vücudumuzun her hangi bir organının veya bu organın işlevinin ne kadarının eksik olduğu bilimsel olarak saptanabilir. Ancak bu bize sakatlık oranını verir sadece. Vücut fonksiyon kaybı başka bir şeydir. Yürürlükte olan Erişkinler için Engellilik Değerlendirilmesi hakkında Yönetmelik, sakatlık oranına göre vücut fonksiyon kaybının saptanmasında bu yönetmeliğe ekli (2) nolu cetveli kullanıyor. (2) nolu cetvel sakatlık oranlarına göre vücut fonksiyon kaybını gösteren sabit değerler veriyor. Örneğin, % 100 kör olan birinin vücut fonksiyon kaybı % 90, % 100 sağır olan birinin vücut fonksiyon kaybı oranı %52 olarak veriliyor bu cetvelde. Yani söz konusu cetvel, belirli sakatlık oranlarına göre belirlenen pi sayısı gibi vücut fonksiyon kaybı oranlarını gösteren sabit değerlerle doludur. Oysa Dünya Sağlık Örgütü’nün değerlendirmelerine göre vücut fonksiyon kaybı oranı, sadece sakatlık oranına göre saptanamaz. Bu saptamada vücut fonksiyon kaybı oranı ölçülen bireyin eğitimi, doğal ve sosyal çevresi, kullandığı teknoloji ve kişisel özellikleri gibi değişkenler de önemli rol oynuyor. Bu nedenle vücut fonksiyon kaybı oranı, pek çok bağımsız değişkene göre değişen izafi bir kavramdır. Ayrıca vücut fonksiyon kaybının oranının hesaplanmasında bu hesabın hangi amaçla yapıldığı da son derece önemlidir. Söz gelişi, müzik öğretmenliği yapıp yapamayacağının belirlenmesi amacıyla yapılan bir değerlendirmede % 100 kör bir bireyin vücut fonksiyon kaybı oranı çok düşük çıkacaktır. Keza bu kişi sağırsa, müzik öğretmenliği için vücut fonksiyon kaybı oranı son derece yüksek olacaktır.
Bütün bu nedenlerle Dünya Sağlık Örgütü, vücut fonksiyon kaybı oranının saptanmasında sadece tıp uzmanlarının değil, aynı zamanda çalışma, özel eğitim, sosyal hizmet uzmanı gibi değişik disiplinlerden uzmanların da yer almasını öneriyor. Multi-disipliner olan bu yaklaşıma ICF adı veriliyor. ICF kısaltması İngilizce İnternational Clasification of Functions sözlerinin baş harflerinden türetilmiştir. ICF yaklaşımına göre vücut fonksiyon kaybı oranı, pek çok etkenin karşılıklı etkileşiminden doğan bir değerdir. Bu yüzden multi-disipliner kurullar tarafından saptanmalıdır.
Oysa bizde sakatlık oranını da, vücut fonksiyon oranını da sağlık kurulları saptıyor. Tıpçılar, eğitim, teknoloji, doğal ve sosyal çevre gibi sakatlık dışındaki etkenleri bilemeyeceği için belirli bir standardizasyonu sağlayacak olan sabit değerlere gereksinim duymuşlardır. Bu sabiteleri de ABD’de kullanılan Skalaları Türkçeye çevirerek elde edebilmişlerdir. Bu skalaların bizim koşullarımıza uyup uymayacağı, ABD’de hangi yaklaşımların destekleyicisi olarak kullanıldığı düşünülmemiştir. Böylece yaşamın karmaşıklığını ve çok yönlülüğünü hesaba katmayan ve bilimsel hiçbir niteliği olmayan bir sonuca ulaşılmıştır. Yıllardır ülkemiz engellileri bu basmakalıp ve dogmatik yöntemin acısını çekiyorlar.
Bunun en çarpıcı örneği ve kanıtı körlerle ilgili olarak yaşanmıştır. 8-10 yıl öncesine kadar Sağlık Kurulu Raporları Yönetmeliği’ne ekli (2) nolu cetvelde % 100 körler için vücut fonksiyon kaybı oranı olarak verilen değer % 85 idi. Bu orana göre körler % 90’ı gerektiren ÖTV bağışıklığından yararlanamıyorlardı. Gösterilen tepkiler üzerine (2) nolu cetvelde küçük bir değişiklik yapılarak % 100 körler için vücut fonksiyon kaybı oranı % 90’a yükseltildi. Bu, tamamıyla keyfi bir değerlendirmeydi. Ne olmuştu da bir gecede % 85’lik oran % 90’a çıkmıştı? Bu komik durum, her şeyi ortaya koymaya, bu değerlendirmenin hiçbir bilimsel niteliğinin olmadığını kanıtlamaya yeterlidir
Bizde engelli haklarından yararlanmak için kullanılan % 40’lık sınırın öyküsüne gelince, bu uygulama, ilk defa 12 Eylül rejimi tarafından kullanılmıştır. 1981 yılına kadar engelliler gelir vergisinden bağışık idiler. 12 Eylül yönetimi, engellileri vergilendirmeye karar vermiş; ancak olası tepkileri gözeterek bunu kademeli olarak gerçekleştirmiştir. Bu kademelendirme için bazı sınıflandırmalara gereksinim duyulmuştur. % 80 ile % 100 arasında sakatlığı olanlar birinci derece, % 60 ile % 80 arasında sakatlığı olanlar ikinci derece, % 40 ile % 60 arasındakiler ise üçüncü derece sakat sayılmışlar ve değişik oranlarda vergi indirimine tabi tutulmuşlardır. Böylece % 40’lık oran, sakatlığın sınırı olarak mevzuatımıza girmiş ve yapışıp kalmıştır. Hiç kimse bu sınırın bilimsel bir değerlendirmeye dayanıp dayanmadığını sorgulamamıştır.
Bir haktan yararlanmak için böyle bir sınıra gereksinim olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bana göre böyle bir gereksinim yoktur. Bir birey, vücut fonksiyonunu hangi düzeyde kaybetmiş olursa olsun, bu kaybın giderilmesi için gereken yardımcı araç-gerece, önleme veya hizmete hakkı olmalıdır. Siz sahip olduğunuz görme oranına göre gözlüğe mi, büyütece mi, tedaviye mi gereksinim duyuyorsunuz? Bu size bir hak olarak verilmelidir. Bana göre talepler gereksinimlerden, haklar da taleplerden doğar. Son tahlilde her hak, bir gereksinime dayanır.
İnsanlara eşit ve bağımsız yaşamlarını sürdürmeleri için gereksindikleri kadar hak verilmelidir. Ne eksiği, ne fazlası!
Bu nedenle hak tesisi için vücut fonksiyon kaybı oranını ve bu kaybın giderilmesi için gereken önlemi saptayacak multi-disipliner kurullar oluşturulmalı; bu kurullar bireyin gereksinimlerine odaklanarak çok yönlü değerlendirmeler yapmalıdır.
Özetlemem gerekirse, vücut fonksiyon kaybı oranı, bireyin sakatlık oranı, eğitimi, doğal ve sosyal çevresi, bireysel özellikleri ve teknolojiyi kullanma yeteneği gibi etmenleri değerlendiren çok disiplinli kurullar tarafından tamamıyla bireye odaklanarak yapılmalı ve haklar bu değerlendirmeye göre tahsis edilmelidir. Ülkemizin şiddetle böyle bir çağdaş ve bilimsel zihniyet devrimine gereksinimi vardır
Dostça kalın.
Yazar hakkında:
Turhan İçli Kimdir: 1955 yılında Sivas’ta doğdu. 10 yaşında geçirdiği kaza sonucu kör oldu. ODTÜ Sosyoloji ve A.Ü. Hukuk Fakültesini bitirdi. Yüksek lisansını A.Ü. Sosyal Hizmet Bölümünde yaptı. 1974’ten beri örgütte engelli hakları mücadelesi içerisinde yer aldı. Altı Nokta Körler Derneği, Türkiye Körler Federasyonu ve Engelliler Konfederasyonu başkanlıkları yaptı. 15 yaşından itibaren sosyalist hareket içerisinde yer aldı. 12 Eylül zindanlarında yattı, işkenceli sorgulardan geçti. İki sosyalist partinin merkez komitesi ve CHP Parti Meclisi Üyesi oldu. Siyaset ve engelli hakları konusunda yüzlerce makalesi, araştırmaları ve 2 kitabı bulunuyor. Halen arabuluculuk ve serbest avukatlık yapıyor.