14.9 C
Ankara

Barselona’nın balıkları ve Toros Dağları

Paylaş:

2010 yılı Temmuz ayında eşim Zuhal’le birlikte Barselona’nın ünlü Rambla bulvarından yürüyüp limana çıktığımızda denizin üzerindeki kıpırtılar dikkatimizi çekti. Biraz daha yakından ve dikkatlice bakınca yüzlerce iri balığın su yüzeyine çok yakın dans ettiğini, oynaştığını gördük. İskelenin üstünde bulunan bazı turistler denize ekmek kırıntıları gibi balıkların yiyebileceği yemler atıyorlardı. Onlar da bunları kapışabilmek için hoplayıp zıplayıp denizin üstünde gümüşi bir dalgalanma yaratıyorlardı.

Böyle büyük ve kalabalık bir şehrin limanının içinde balık kaynıyordu ama ellerinde oltaları veya misinalarıyla bekleşen bir kişi dahi göremedik. Doğal olarak merak ettik ve orada bizim gibi balıkların cümbüşünü izleyen bir kişiye sorduk: “Neden kimse balık tutmuyor?”

İspanyol aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle anlattı: “Çünkü burada balık tutulması yasak. Balıkların öldürülmesi buraya tatile gelen bazı turistleri rahatsız edebiliyor. Onlar bir canlının öldürülmesini izlemeye değil, barış içinde uyumlu bir ortamda dinlenmeye geliyor. Kimseyi rahatsız etmek istemiyoruz…”

İstanbul’da veya birçok kıyı şehrimizde nerede bir su birikintisi olsa hemen yanında ellerinde oltalarla, misinalarla veya ağlarla insanları da görmek mümkün. Her gün Galata Köprüsü’nün üzerinde ellerinde oltalarla, misinalarla yüzlerce insan görürsünüz. Bu durumun birilerini rahatsız edebileceği nedense kimsenin aklına gelmez.

Telefonuma bir mesaj geldi. Cennet Coşkun Hanımefendi göndermiş. Daha sonra kendisiyle telefonla da görüştük. Vahşi yağma-talan madenciliğine karşı verdiğimiz mücadele için ve bu noktada sosyal medyada yaptığım paylaşımlar için teşekkür ediyordu.

Cennet Coşkun, eşi Ali Coşkun’la birlikte Aydın’ın Çine ilçesine bağlı Topçam köyünde yaşıyor. Madra Dağı’nın eteklerinde bulunan köylerinin hemen dibinde, evlerine 60 metre uzaklıkta patlatmalı maden işletmeciliği yapılıyor. Yaşam alanlarını açıkça tehdit eden bu vahşi madenciliğe karşı mücadele ediyorlar. Silahlı saldırıya bile uğradılar. Cennet Coşkun’un evlerinin dibinde patlatılan dinamitlere karşı yükselen çığlıkları sosyal medyada dolaşıyor. Yani bırakın denizdeki balıkları, bu ülkede köyünde barış içinde yaşayan vatandaşlarımız bile büyük tehdit altında. Köyleri, ormanları, yaylaları, meraları ve su kaynakları birilerine satılıyor. Bunun adına da “madencilik” diyorlar; “ruhsat aldık” diyorlar. O “ruhsatları” alan birileri gelip Türkiye’nin herhangi bir köşesinde herhangi bir köyün dibinde tonlarca dinamit patlatıp, dağları param parça edebiliyor; köyleri haritadan silebiliyor. Buna izin veren bir iktidar ve buna göz yuman bir devlet var bugün Türkiye’de.

Adına altın madenciliği, nikel madenciliği diyorlar; adına mermer ocağı, taş ocağı diyorlar; adına HES yapıyoruz, RES yapıyoruz diyorlar. Orada yaşayan köylülere, üreticilere, vatandaşlara ne soran var ne de sayan. Sanki onlar insan değil, sanki o katlettikleri ormanların içinde yaşayan trilyonlarca canlı, içinde yaşadığımız ekosistemi ayakta tutan yapı taşları değil.

Antalya’nın simgesi olan Beydağları’nın yaylaları, ormanları “mermer ocakları” açıyoruz diye param parça ediliyor. Özgür Atasayar adındaki genç ve duyarlı bir Antalyalı, turizmin kalesi olan bir bölgemizde bile vahşi madenciliğin geldiği noktayı “Beydağları’nın Görünmeyen Yüzü” belgeseliyle çok güzel anlatmış. (https://www.youtube.com/watch?v=GDqmt7zSzFA)

Köylülerin hayvanlarını otlattığı, doğa yürüyüşü yapan turistlerin hayran olduğu, Akdeniz’de serinleyen milyonlarca turistin gözlerini okşayan ve ruhunu coşturan, yazın kavuran sıcağında bölgenin su kaynağı olan dağlar, yaylalar, meralar ve ormanlar param parça ediliyor. Birileri ellerine aldıkları ruhsatları sallayarak bölge insanlarının ve Antalya turizminin can damarı olan yaşam alanlarını acımasızca katlediyor. Beydağları ve genel olarak “Toroslar” yağmacı talancıların eline terk edilmiş durumda.

Birileri ülkenin dağlarını, ormanlarını, yaylalarını, meralarını, köylerini, su kaynaklarını “meta” olarak görüp satılığa çıkarmış durumda. Bunu da millete, “iş, istihdam, ekonomi” diye pazarlıyorlar. Onların “iş” dediği milletin köyünün yıkılması; onların “istihdam” dediği yüz binlerce ağacın bir çırpıda içindeki trilyonlarca canlıyla birlikte yok edilmesi; onların “ekonomi” dediği bu ülkenin can damarları olan yaylaların-meraların ve su kaynaklarının acımasızca zehirlenmesi. Bu bir ekonomi değil olsa olsa “ekokırım” olabilir. Şu anda ülkemizde yaşanan ne yazık ki tam da budur. Ülkemizin her bölgesi ağır ekokırımlara sahne oluyor.

Milyonlarca turistin Antalya’ya, Muğla’ya, Mersin’e, İzmir’e, Balıkesir’e ve Çanakkale’ye dünyanın dört bir yayından koşarak gelmelerinin en büyük nedenlerinden birisidir o dağlar… Tarihi Likya yolu, sıradağlar, sedir ormanları, ardıç ağaçları, bereketli yaylalar… Hepsi parçalanıyor…

TURİST HUZUR İÇİN GELİR

Turist huzur için gelir… Turist denizlerinde balıkların yüzdüğü, dağlarında geyiklerin-karacaların dolaştığı dağlar ister… Turist zehirlenmiş vadileri, çöle çevrilmiş gölleri, yerle bir edilmiş dağları görmeye değil; köylerinde nefes alacağı, ormanlarında huzur bulacağı, zirvelerinde kendini sınayacağı dağlara gelmek ister…

Hani, “Havasına suyuna, taşına-toprağına, bin can feda uğruna…” diye avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz ya, bırakın taşını-toprağını bu ülkenin dağları param parça edilip dünyanın dört bir yanına gönderiliyor. Havası da suyu da yok edilip zehirleniyor.

Madencilik bir ülkenin sanayisi için belirli bir strateji ve planlama içinde devletin kontrolünde, önceden belirlenmiş alanlarda sıkı kurallar çerçevesinde yapılırsa bir yere kadar tolere edilebilir. Ancak madencilik ham ya da yarı mamül olarak ülkenin taşının-toprağının gemilere doldurulup yurt dışına gönderilmesi şeklinde yapılırsa bunun adı sömürge madenciliğidir. Sömürge madenciliği hangi ülkeye olursa olsun yıkımdan, sefaletten, iç savaştan başka bir şey getirmemiştir.

BU NOKTAYA NASIL GELDİK

Yıl 2001… Türkiye’de ilk altın madenini açmak için birileri canla başla çalışıyor. “Sarı Öküz”ü almak önemli. Devamı çorap söküğü gibi gelecekti nasıl olsa. Ama onlar gibi canla başla mücadele eden başkaları daha vardı. Bergama-Ovacık köylüleri topraklarını, köylerini korumak için eylem üzerine eylem yapıyor, Türkiye’nin sempatisini kazanıyordu. Haklılar ve haklı oldukları için de güçlülerdi. Kamuoyundan da destek bulan bu haklı eylemleri bir türlü engellenemiyordu.

Emperyal oyunlar büyük, taktikleri de kirliydi. Ovacık köylülerine “Alman ajanı” dediler. “Dışarıdan kışkırtılıyor” dediler. “Türkiye’nin zenginleşmesini istemeyen Almanya, altınlarımızı çıkarmamızı istemiyor” dediler. Hatta servis ettikleri feyk ve abartılı bilgilerle milletvekillerine raporlar hazırlattılar. “Türkiye’nin 6 bin 500 ton altını var, 300 milyar dolar kazanacağız” dediler. Dediler de dediler.

Dünyadaki bütün metalleri su gibi emen Almanya, altın madeni çıkarmamızı istemeyecek! Üstelik Türkiye’ye altın için çöreklenen ilk şirketlerin ortakları Almanlar. Dünyadaki en büyük siyanür üreticilerinden birisi Alman Degussa. Kargaların bile gülmeyeceği bu yalanlarla kamuoyunu üstelik Türkiye’yi yönetenleri aldattılar.

Aradan 20 yıl geçti. Yine bir kriz ortamı, yine altın yalanları ve yine yağma ve talan ortamı. Ancak unuttukları bir şey var, artık durum değerlendirmesi yapacak, yalanlarını ortaya çıkaracak bilgilere sahibiz.

Önce şunu sormaya hakkımız var elbette: Nerede milyarlarca dolar? Bırakın 300 milyar doları, daha iki yıl önce ülke koronavirüs salgınıyla karşı karşıya kalınca ülkeyi yönetenlerin yaptıkları ilk iş, gecekonduda oturanlara Iban numarası göndermek oldu. Nerede o çil çil altınlar? Hani Türkiye uçacaktı?

Bakınız Türkiye’de bugün 20 altın madeni var. Bu adına “altın madeni” denilen 20 açık hava kimyasal fabrikasının 20 yıllık kazancı ortalama 10 milyar dolar. Son iki yıla kadar yüzde 2-4 devlet hakkı diye verdikleri “sadaka” dışında her türlü teşvik, indirim ve desteklerden yararlandılar. Bu ülkenin ormanlarını, bağlarını, dağlarını, sularını babalarının malı gibi kullandılar ve devlete en fazla 555 milyon dolar para ödediler. 20 yılda ödenen para.

Sadece fındık ihracatından her yıl elde ettiğimiz gelir 2,5 milyar dolardan fazla. Sadece Gediz Havzasından her yıl 3-4 milyar dolar kazanıyor bu ülke. Türkiye’nin en değerli, en özel tarımsal vadilerinden biri olan Kelkit Vadisi üretim üssü gibi. Şimdi siz bütün bu yerlere adına “altın madeni” denilen açık hava kimyasal fabrikaları, yani yıkım merkezleri kuruyorsunuz. İhale üzerine ihale açıp birilerine ruhsatlar dağıtıyorsunuz. Dağıttığınız gerçekte bu milletin ormanları, meraları, yaylaları, tarlaları, suları.

BİR TON ALTIN İÇİN BİN TON SİYANÜR

Altın madenciliğinde ortalama bir ton “dore altın” için bin ton siyanür kullanılıyor. Cevherin yapısına göre bazılarında daha az, bazılarında daha fazla ama ortalama bu. Erzincan-İliç’de iktidara yakın Çalık Holding’in Kanadalı ortağıyla işlettiği Çöpler Altın Madeni’nde, yılda 6,5 ton altın çıkarmak için 7 bin ton siyanür kullanılıyor. Üstelik bu maden, Türkiye’nin gıda deposuna can veren Keban, Karakaya ve Keban barajlarının can damarı Fırat’ın kıyısında.

Gümüş ve bakır madenlerindeki siyanür kullanımını da eklersek, her yıl ortalama milyonlarca ton taş-toprağın üzerine 50 bin tondan fazla siyanür püskürtülüyor. Bu, adına “altın madeni” denilen açık hava kimya fabrikalarında bir o kadar da sülfürik asit kullanılıyor. Nikel madenlerini de hesaba katarsak topraklarımız bir yılda yaklaşık 400 bin ton da sülfürik asitle sulanıyor. Kelimenin tam anlamıyla açık alanlarda yağmur sulama sistemiyle. Bu madenlerde kullanılan 30 farklı kimyasalı saymıyorum daha. Ve şimdi birileri bu siyanür ve sülfürik asit miktarını üç katına çıkarmak istiyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği 100 ton altın çıkarmak için her yıl Türkiye toprakları 125 bin ton siyanürle sulanacak. Nikel madenleriyle birlikte 500 bin ton da sülfürik asitle.

Bir devlet düşünün, daha doğrusu devleti yöneten bir hükümet, kendi vatandaşlarının ihtiyacı olan yaylaları, meraları, otlakları, tarım alanlarını, ormanları ve su kaynaklarını o bölgeyle ve o toplumla hiçbir ilgisi olmayan tamamen yabancı bir kişiye, kuruma ve günümüzdeki ifadesiyle şirketlere devrediyor. Bunu yaparken o topraklar üzerinde yüz yıllardır nesilden nesile yaşayan insanlara sormak gereğini bile duymuyor. “Bu ülkeyi ben yönetiyorum, devlet benim, otorite benim, böyle uygun gördüm” diyor. Ve bunu o bölgede yaşayan köylülerin, çiftçilerin, vatandaşların, kentlilerin hiç sorgulamadan kabul etmesini istiyor. Ve bunun adı da ülke yönetimi, bunun adı da demokrasi oluyor. Ve bu, adına Cumhuriyet denilen, halkın kendi kendini yönetmesi olarak adlandırılan bir sistem içinde yapılıyor.

Göçebe-savaşçı Moğolların bir dönem dünya üzerinde yaptıklarını, 400-500 yıl sonra keşifçi-çiftçi Avrupalılar sömürge uygulamalarıyla dünyaya yaşattılar. Daha büyük coğrafyalarda daha acımasız ve daha uzun süren yöntemler uyguladılar.

Tarihte köyleri, verimli toprakları talancılara karşı korunmak amacıyla “haraç” verilmiştir. Daha sonra çiftçiler, üreticiler köylerinin, düzenlerinin, topraklarının korunması karşısında bunu gönüllü olarak korucularına, devletlerine “vergi” adı altında ödemeye başlamışlardır. Bugün de kurumsallaşan verginin kökeninde bu vardır. Korunma karşısında ödenen bir bedel. Devletlerin ve o devleti yönetenlerin görevi yağmacı-talancılarla işbirliği yapmak değil, çiftçilerini ve üreticilerini ve üretim topraklarını yağmacı-talancılara karşı korumaktır.

“ALDATILMIŞIZ” DİYECEKLER

Bakınız birileri aç gözlü. Hiçbir sınır tanımıyor. Her şeyi talep ediyor. Şimdi sıra ormanlarımıza, bahçelerimize, yaylalarımıza, meralarımıza, sularımıza geldi.

Onların gözünde her şey satılabilir. Her şey ticari bir metadır. Sizin yüz yıllardır üzerinde yaşadığınız topraklar, dereler, vadiler onlar için nakde çevrilmesi gereken bir para.

Sonra dönüp çok kolay “pardon” , “aldatılmışız” diyecekler. Ama geri dönüşü olmayacak.

Bu çok farklı bir film. Acımasız, hiç olmadığı kadar gerçek, hiç olmadığı kadar acı veren.

Bazı Yeşilçam senaryolarına bile taş çıkartacak kadar saçma ama gerçek.

“Dağına, bağına, ormanına, yaşamına el koyuyoruz. Hadi güle güle” diyen kötü adamlar var bu filmde.

Ama siz bizzat bu filmin bir parçasısınız. El konulan sizin yaşamınız. El konulan sizin dağınız, sizin bağınız, sizin ormanınız, sizin sularınız.

Kötü adamlar bir adım attılar. Şimdi bakıyorlar. Ne diyor, nasıl tepki gösteriyor bu insanlar diye. Sesiz kalırsanız ikinci adımı, üçüncü adımı atacaklar. Hazırlıklarını yaptılar bile. Ne Kurşunçalı’nız kalacak, ne Kazdağları’nız ne de Murat Dağı’nız. Ne Kemaliye’niz, ne Çiçekbaba Dağı’nız ne de Canik Dağlarınız. Ne Munzur’unuz ne de Toroslar’ınız.

Örnekler çok. Bugün doğuda Erzincan-İliç şehri kuşatıldı. İliç’i taşımayı düşünüyorlar. Batıda, Çanakkale-Lapseki aynı durumda. Kapadokya’ya bile göz diktiler.

Durmayacaklar. Suskunluğunu “kabul” olarak, “sindiler” olarak anlayacak daha acımasızca saldıracaklar.

İktidar milletvekilleri Türkiye’nin her yerinde yağmacı-talancı madencilerin teşrifatçısı gibi. Güya bölgelerine istihdam sağlıyorlar. Ama gerçekte üç beş kişi cebini doldurup, bölgeyi yaşanmaz hale getiriyor. Yani kâr şirketlerin kasasına girerken, yıkım ve ölüm ise vatandaşlara düşüyor.

Örnekler çok. Fatsa’da Ordu’da fındık bahçelerinin ortasında bir siyanürlü maden açtılar. Şimdi üç dört tane daha açmak için ruhsatlar dağıtıldı. Ordu’nun yüzde 74’ü maden sahası olarak yerli ve yabancı şirketlere ruhsatlandı. Yazın köylerin üzerinde vızır vızır “özel görevli uçaklar” uçurup, toprakları havadan analiz ediyorlar. Yani köyler bağlar ve bahçeler içindeki insanlarıyla birlikte satılmış. Millet, köyünden ve bağından-bahçesinden kovulacağı günü bekliyor. Bugün Fatsa’daki siyanürlü madeni kapatması gereken devlet, madenin çevresindeki köyleri boşaltmaya çalışıyor.

Her yerde ama her yerde durum böyle. Türkiye’nin can damarları saldırı altında.

Adına altın madeni diyorlar, adına nikel madeni diyorlar, adına taş ocağı, mermer ocağı diyorlar ne milli park, ne koruma alanı, ne ormanlık ne de sit alanı dinliyorlar. Çünkü iktidar yasal değişikliklerle hepsinin önünü açtı. Bu milletin dağları, ormanları, yaylaları, meraları çevresinde yaşayan binlerce köye ve köylülere rağmen birilerine ihale ediliyor.

Gökova’nın can damarı, hayat kaynağı Sandras Dağı’nı parsel parsel böldüler. Madencilik yapacağız diye yüz yıllık ormanları kesmeye başladılar. Köylüler, çevreciler, bilim insanları, “Yapmayın, etmeyin, kıymayın” diye haykırıyor; nöbetler tutuyorlar. Gece yarısı çalıştırdıkları hafriyat kamyonlarıyla dağı yok etmeye kararlılar. Alenen milletin dağları, ormanları çalınıyor. Çoğu vatandaş tehlikenin farkında değil olanlar da çaresiz, oradan oraya koşturuyor. Devletine ve aç gözlü kartellere-şirketlere karşı mücadele veriyor.

Müsilaj felaketi bağıra bağıra geldi… Ormanlarımız çığlık çığlığa yanıyor… Seller bağıra bağıra geldi… “HES yapıyoruz” diye Karadeniz’de bütün derelerin, ırmakların yatakları darmadağın edildi. Irmakların vadilerinde, yamaçlarında ağaç bırakılmadı. Yoğun yağışlarla birlikte dağlar çamur olup önüne geleni denize döküyor.

KAZDAĞLARI’NIN YÜZDE 79’U

Kazdağları’nın yüzde 79’unu maden bölgesi ilan ediyorlar, Türkiye’nin su kaynaklarının yüzde 40’ının kaynağı olan Murat Dağı’nda ruhsat üzerine ruhsat veriyorlar. Dünyanın bir numaralı fındığını üreten, Türkiye’ye her yıl 2,5 milyar dolardan fazla döviz kazandıran Karadeniz parsel parsel madencilere ruhsatlanmış. Fındık diyarı “Yeşil Ordu” nun yüzde 74’ü maden sahası ilan edilmiş. Uzmanlar ısrarla uyarıyor, “Yapmayın, etmeyin, sonu felaket” diyorlar ama kimsenin dinlediği yok.

Madra dağının zirvelerinde Nurol Holding’in inanılmaz bir doğa kıyımı bütün hızıyla devam ediyor. Kepez Dağlarında Zorlu’nun nikel madeni yaşamı zehirliyor. Şimdi uzun yıllardır direnen Turgutlu’daki Çaldağı’na el attılar. Çaldağı’nda ağaç kesimleri yeniden başladı. Yüz binlerce ağaç kesildi, binlercesi kesilmeyi bekliyor. Bu ülkeyi yönetenler seyrediyor, onaylıyor, yollarını açıyor.

Munzur dağları adım adım gidiyor… Çöpler’deki adına altın madeni denilen açık hava kimyasal fabrikası yılda 7 bin ton siyanür kullanıyordu, 11 bin tona çıkardılar. 9 bin ton sülfürik asit kullanıyordu 122 bin tona çıkardılar. Zehir barajını ve zehirli pasa dağlarını Fırat’ın kıyısına yığıyorlar. Fırat’ı besleyen dağları parçalarsanız Fırat akmaz olur. Fırat’ın kıyısına, deprem fay hattının üzerine zehir barajlarını ve adına “pasa” denilen zehir dağlarını dizerseniz Türkiye’yi aç bırakırsınız. Say say bitmiyor. Her yerde ama her yerde madencilik, mermercilik, taş ocakları vs. adı altında ormanlar, tarım alanları, köyler, yaylalar-meralar saldırı altında.

Tokat ve Amasya’da Boğalı-Sakarat yaylaları, Samsun’un Şahin Dağları madencilere ruhsatlandı bu ülkede. Toroslar birkaç bölgeden deşiliyor, parçalanıyor. O Toroslar ki Antalya, Mersin, Adana, Niğde ve Konya gibi çevresindeki onlarca ile ve yüzlerce ilçeye can veriyor.

İktidarın bugünlerde ağzından düşürmediği Tarım Kredi Kooperatifleri bile madenciliğe soyunmuş durumda. Hem de 450 milyon dolarlık bir yatırım. Çiftçinin traktörüne, bağına haciz getiren Kooperatif, bir çırpıda 450 milyon doları siyanürlü altın madeni açacağım diye harcıyor. Nerede? Söğüt’te? Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu toprakları yağmalamak için hazırlık yapıyor.

Dağları paramparça edip, ormanları katledersen susuz kalırsın. Bu çok nettir. Lafı dolandırıp, bin bir yalanı süslü kelimelerle sıralamak bir şey kazandırmaz. Susuz kalırsan da ölürsün. Tarım topraklarını yok edersen aç kalırsın. Meralarını, yaylalarını katledersen hayvancılık yapamazsın. Nefes alamayacak hale gelir, bir damla suya muhtaç olursun.

Bu ülke hiç olmadığı kadar ağır tehdit altında. Bugün Türkiye’yi betona boğanlar, Türkiye’nin denizlerini müsilaja teslim edenler şimdi çok daha tehlikeli bir yanlışta ısrar ediyor. Türkiye uluslararası kartellerle iş birliği halinde maden batağına sokuluyor.

Erbaa’da, Lapseki’de, Ulukışla’da, Fatsa’da, İvrindi’de, İliç’de, Divriği’de, Kemaliye’de, Hekimhan’da köyünden koparılan, tarlasından söküp atılan her çiftçi ülkeye zarar yazıyor. Her tarafımız ithal mallar, ithal gıdalarla doldu. Sütü, samanı, eti, tereyağını, fasulyeyi, mercimeği, cevizi ithal eder hale geldik. Su kaynaklarını bu kadar acımasızca yok ederseniz suyu da ithal etmek zorunda kalacaksınız.

BİR KARAR VERMELİSİNİZ

Hiç öyle lafı uzatmaya, dolandırmaya gerek yok: Bu ülkeyi yönetenler bir karar vermeli. Bu vatanın dağlarını, meralarını, yaylalarını, ormanlarını kendilerine madenci diyen yağmacı-talancılara mı bırakacaklar yoksa bu milleti açlıktan kurtaracak, doyuracak, susuzluğunu giderecek üreticilere mi bırakacaklar. Bir karar vermeleri gerekiyor. Çünkü ikisi bir arada gitmez, gidemez.

Fatsa’dan yola çıkarak Türkiye’de adına altın madenciliği denilen sistemin ülkeyi nasıl yıkıma ve çöküşe sürüklediğini dilimiz döndüğünce ve gücümüz yettiğince “Altın Ölüm” kitabımızda anlatmaya çalıştık. Ayrıca Türkiye’de altın madenciliğinin ötesinde bir yıkım ve talanın yaşandığı da zaman içinde daha da belirginleşti. Her köşe başına açılan taş ocakları, mermer ocakları ve kömürlü termik santrallerin de en az altın madenleri kadar yıkıcı etkilere sahip olduğu görüldü.

PETROLDEN DE ALTINDAN DA DAHA ÖNEMLİ

26 Mart 2022 akşamı partisinin Sancaktepe Danışma Meclisi Toplantısı’nda konuşan AKP Genel Başkan Vekili Binali Yıldırım, “Gıda, petrolden de altından da daha önemli” dedi.

Rusya ve Ukrayna’nın dünyanın tahıl ihtiyacının yüzde 60’ını karşıladığını söyleyen Yıldırım, “Şimdi bunlar yok. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde gıdaya erişimde sorunlar yaşanacak. Bunun farkındayız ve gerekli tedbirleri de hükümetimiz alıyor. Vatandaşlarımıza deliler gibi ekin, dağı-taşı ekin diyorum çünkü artık gıda petrolden de altından da önemli hale geldi” diyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere iktidar sözcüleri son günlerde bir yandan, “Ekilmedik bir karış toprak bırakmayın” diye açıklamalar yaparken, diğer yandan tarım alanlarını yok eden kararlar almaya devam ediyor.

Gıdanın petrolden ve altından daha önemli olduğunu anlamanız için Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması mı gerekiyordu…?

Evet sizin enerjide ve gıdada bel bağladığınız iki ülke savaş halinde. İşte o zaman Türk çiftçisi, Türk köylüsü aklınıza geldi. Geldi de tarımın en önemli girdilerinden olan gübre, ilaç, mazot ve tohumluk fiyatları dörde-beşe katlandı. Bir yıl içinde gübre 5 kat, mazot 4 kat arttı. Tarım işçilerinin ücretleri arttı. Bu sorunlara bir çözüm bulmanız gerekmiyor mu?

Peki “ekilmedik bir karış toprak bırakmayalım” da siz ne yapıyorsunuz Sayın Yıldırım? Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü daha dün 344 maden ihalesi daha yaptı…

MAPEG daha önce de 2018 yılının Temmuz ayında 616, 2019 yılının Nisan ayında 417, 2020 yılının Ağustos ayı başında 766 maden sahası için ihaleye çıkmıştı. Şimdi de 61 ilde 344 maden sahası için ihale açıldı.

KUMARBAZ GİBİ

Daha dün zeytinlikleri maden faaliyetlerine açan bir yönetmelik yayınlayan da sizdiniz. Maliye Bakanı Nurettin Nebati’nin ağzından, “Bürokrasiyi al aşağı ederiz” açıklamasını yapan da sizdiniz.

Üyesi olduğunuz AKP iktidarı, bu ülkenin dağlarını, bağlarını, ormanlarını birilerine ihale ederek devletin kasasını doldurmaya çalışıyor. Yani evin içindeki eşyaları satılığa çıkaran bir kumarbazdan farksız yaptıklarınız.

Sayın Yıldırım “tulum” diyarı Erzincan “zehir” diyarı Erzincan’a dönüşmek üzere…

İktidarınız zorda. Ülke her açıdan çıkmaza girmiş durumda. Uluslararası ölçekte en küçük bir kıpırdanma bizde deprem etkisi yaratıyor. Bunun farkındasınız. 20 yıldır uygulanan beton ekonomisi ve plansız-programsız yapılan işlerle bir mirasyedi gibi bu ülkenin bütün birikimleri harcandı, satıldı, tüketildi. Pahalı TL ve ithalata dayalı ticaret ülkeyi bir tüketim cenneti haline getirdi. Üretim adına ne varsa ülkede haraç mezat satıldı. Geldiğimiz noktada ekonomi duvara yaslandı. Şimdi sıra milletin ormanlarına, dağlarına, köylerine geldi. Her kriz döneminde olduğu gibi birileri bu ülkenin toprağını, kayasını, dağlarını, ormanlarını, meralarını “maden sahası” olarak gösteriyor ve bunun kurtuluş olduğunu savunuyor.

“Onu da yapalım, bunu da yapalım” olmuyor sayın Yıldırım. Bir tercih yapmak zorundasınız. Tarım, gıda, su kaynakları, tertemiz bir hava diyorsanız ülkenin her köşesinde vahşi madenciliğe izin veremezsiniz. İzin verirseniz de ormanlarınız, dağlarınız, tarım topraklarınız ve sularınız gider.

“Altın Ölüm” ve “Altın Girdap” kitaplarımızda ısrarla anlatıyoruz. Sömürge madenciliğinde bazı kartellerin, taşeronlarının cepleri dolmakta ama milyonlarca insanın hayatı yıkıma uğramaktadır. Köyleri, toprakları, suları yerle bir edilmekte, zehirlenmekte ve göçe zorlanmaktadır.

Yazar Hakkında

İbrahim Gündüz: 18 Aralık 1965 yılında Ünye’de doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında stajyer olarak girdiği Güneş gazetesinde başladı. Gece muhabiri, belediye muhabiri, siyasi parti muhabiri, diplomasi muhabiri ve parlamento muhabiri olarak görev yaptı. Kanal D Parlamento Muhabiri olarak çalışırken, artık kendisi için bir çalışma ortamı kalmadığını düşünerek 2018 yılında görevinden ayrıldı. Türkiye’deki vahşi, kimyasal, yıkıcı ve talancı madenciliği anlatan “Altın Ölüm” ve “Altın Girdap” kitaplarını yazdı. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz’le evli, Aşkın ve Barış adında iki çocuk babası.

İbrahim Gündüz
İbrahim Gündüz
18 Aralık 1965 yılında Ünye’de doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1987 yılında stajyer olarak girdiği Güneş gazetesinde başladı. Gece muhabiri, belediye muhabiri, siyasi parti muhabiri, diplomasi muhabiri ve parlamento muhabiri olarak görev yaptı. Kanal D Parlamento Muhabiri olarak çalışırken, artık kendisi için bir çalışma ortamı kalmadığını düşünerek 2018 yılında görevinden ayrıldı. Türkiye’deki vahşi, kimyasal, yıkıcı ve talancı madenciliği anlatan “Altın Ölüm” ve "Altın Girdap" kitaplarını yazdı. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zuhal Yeşilyurt Gündüz’le evli, Aşkın ve Barış adında iki çocuk babası.

━ bu yazardan

Neye ve neden karşıyız?

Son zamanlarda doğanın yağma-talanına karşı çıkan haberler ve yayınlar yapan arkadaşlarımızın zaman zaman kullandığı bir cümle var: “Madenciliğe karşı değilim ama Batı’daki gibi yapılsın…” Madenciliğin...

Finale kalkan uçak

Osmaniye’de üç öğrenci BİR TABLDOT YEMEĞİNİ birlikte yiyor… Eskişehir’de 6 yaşındaki Elif AÇLIKTAN...

Vahşi madencilik kıskacındaki ‘Lapseki’

Bu kez haber Lapseki’den geldi… Birgün’den Gökay Başcan’ın haberinden öğreniyoruz ki, Nurol...

‘Buray’ ve Recep İvedik’ talana karşı

Kim tutar köklerimi? Sarıp besler toprak gibi Kim verir sana nefes? Dalındaki yaprak...

Altın Madencileri Başkanı Mehmet Yılmaz’a cevabımdır

Adına “Altın Madencileri Derneği” denilen, gerçekte Türkiye’nin yaylalarını, meralarını, ormanlarını, köylerini ve...

Murat Dağı, siyah akan Gediz, türbana yasal düzenleme ve öldürülen çevreciler

25 Ekim 2022 Salı günü Birgün Gazetesi’nde dikkat çeken bir haber yayınlandı. Murat...

“KADER”

Yine “kader” yine “fıtrat” dediler… 20 yıldır dedikleri gibi… Sayıştay raporunda bile açık...

Sorumlunun olmadığı bir ülkede adına ‘kaza’ denilen katliamlar

Takvimler 20 Ağustos 2022’yi gösterirken, Gaziantep’te ve Mardin’de katliam gibi iki kaza...

Bir bakanın altın rüyası ve Örencik’ten yükselen çığlık

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank… Sık sık altın madenlerini ziyaret ediyor…...

Neoliberal talana karşı direniş: Siyanürlü altın madenciliği, vahşi madencilik ve kaçınılmaz mücadele

Milletvekilleri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, şirket ve bakanlık yetkilileriyle birlikte bir salona...

Sezgin Baran Korkmaz, 234 milyar dolarlık kara para ve Magnitsky Yasası

Sözcü Gazetesi’nde Uğur Dündar yazdı… ABD Adalet Bakanlığı 2019 yılında Türkiye’den Sezgin Baran...

‘Bob’ Hasan, Veysel Eroğlu ve Yağmalanan Türkiye

Endonezya’daki takma adı Mohamad “Bob Hasan”dı. Java'ya taşınan Çinli bir tüccarın oğlu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz