14.6 C
Ankara

Sadakat

Paylaş:

Son zamanlarda sözcüklere ve kökenlerine kafayı takmış durumdayım. Biraz da koşullar ve içinden geçtiğimiz zorluklar bazı sözcüklerin hangi kökenden geldiğini ve günümüzde nasıl bir anlam kazandığını merak etmeye zorluyor beni. Sadakat sözcüğü de son yıllarda kendisinden en çok söz edilen ancak, hak ettiği niteliğe sahip olanın belki de çok az olduğu sözcüklerin başında geliyor. Neye karşı sadakat gösterdiğiniz de kuşkusuz sadakat sözcüğünün ima ettiği anlama sahip olup olmadığınız kadar önemli. Sözcük Arapçadan dilimize geçmiş sadaka sözcük kökünün mastar hali ve asıl anlamı erdemli, doğru ve adil olma. Yine bu sözcükten türetilmiş ve Türkçe özel isimler arasında da yaygın olan sözcüğün isim hali sadık. Sadık da aslına uygun, doğru, gerçek anlamlarına geliyor. Sözcüğün ne kadar anlam değiştirdiğini asıl anlamına bir göz attığımızda rahatlıkla görüyoruz. Hatta aynı kökten gelen bir sıfat da sıdk’tır ve İslam Peygamberinin sıfatlarının birinci sırasında gelir. Anlamı “doğru olmak”tır. Bu, peygamberin asla yalan söylemeyeceği gibi bir anlama gelir. Eğer peygamber herhangi bir konuda yalan söylemiş olsaydı halkı kendisine nasıl inandırırdı? Öyle inanılır ki, Allah, insana özgü olan yalan söyleme zaafını kelamına halel getirmemek için bu kelamın elçisi olan peygamberlerden uzaklaştırmıştır. Buna göre istese de peygamber yalan söyleyemez. İnanç işte. İnsan denen varlık bir inancı meşrulaştırmak isterken kendine has zaafların etrafını her zaman söylemsel olarak sıkıca kapatmak istiyor. Ama garip bir şekilde bu zaaflar kilitli kapı tanımıyor. Peygambere yasaklanmış olan yalan ona inananlar tarafından kolayca söyleniveriyor.

SADIK AMA NEYE SADIK?

Şimdi gelelim sadakat sözcüğünün günümüzde kazandığı anlama… Aslında bir ucundan asıl anlamıyla bağlantısı olsa da, pek alakası kalmamış durumda aslıyla. Zira günümüzde sadakat sözcüğü birine ya da birilerine bağlı olmak anlamına bürünmüş. Bu bağlılığı sağlayan yegâne şey hangi koşulda olursa olsun sadık olduğun kişinin arkasında durmak. Bağlılığın doğrulukla ve erdemle bağının olması gerekmiyor. Bağlı olduğunuz kişi varlığınızı borçlu olduğunuz liderinizse o lider ne derse desin, ne yaparsa yapsın onun yanında durmak ona sadakat göstermek yegâne erdem haline geliyor. Sadakat duyduğunuz şey devlet mi? Devletiniz size ya da makbul olmayan kişi ya da gruplara nasıl davranırsa davransın sizden ona bağlı olmanız bekleniyor. Elbette devlet ya da büyükler söz konusu olduğu zaman saygı ile sadakat birbirine karışıyor. Saygı duymak, aynı zamanda sadakat göstermeyi mecbur hale getiriyor. Oysa sadık olmanız, belli bir kuruma bağlı olmanız eğer sadakat sözcüğünün asıl kökünü tekrar anımsayacak olursak körü körüne o kuruma karşı bağlı olmayı, onu ne pahasına olursa olsun size “düşman” diye tanıtılan çevrelere karşı savunmayı mı gerektiriyor? Babanız birisini öldürdüğü zaman, katilin babanız olduğu gerçeğini değiştirmez, ancak babanız diye yapılan eylemi görmezden gelmenizi gerektirir mi? Devletle birey arasındaki ilişki kuşkusuz babayla evladı arasındaki ilişkiden bir hayli farklı, her ne kadar kültürümüzde devlet kişinin ebeveyni ile aynı kategoriye yerleştiriliyor olsa da. Bu meyanda devlet baba, hukuksuzluk yaptığı zaman sizin onun hukuksuzluk yaptığını haykırmanız ne onu devlet olmaktan çıkarır ne de sizi o devletin yurttaşı olmaktan. Hâlbuki günümüzün sadakat anlayışı, her türlü hakikati görmezden gelmeyi, hakikatleri eğip bükmeyi yegâne sadakat göstergesi olarak tanımlıyor.

DEVLETE Mİ DEVLETİN KANUNLARINA MI SADAKAT?

Şimdi lafı eveleyip gevelemenin anlamı yok artık. Okuyucu muhtemelen ne zaman sadede geleceğimi sabırsızlıkla bekliyor. Artık lafı uzatmayayım. OHAL Komisyonu’na yaptığımız başvuruya gelen ret kararında, kararın gerekçelerinden belki de en önemlisi, Barış Bildirisine imza atarak devletin anayasasına ve kanunlarına ve dolayısıyla devletin bizatihi kendisine sadakat göstermememiz öne sürülüyor. Referans olarak da Anayasa’nın 129. Maddesi gösteriliyor. 129. Madde şöyle diyor: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez.” Karar elbette bu maddeye verdiği referansla yetinmiyor. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ilgili maddesine ve 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ve bilumum başka kanun maddelerine de referans veriyor. Referans verilen bütün kanun maddeleri, kararın hukuken uygun olduğunu ima ya da iddia ediyor. Ancak elbette bütün imalar, iddialar ve referanslar, ret kararının bütün diğer mahkemeler tarafından aksi söylendiği halde bir hukuksuzlukta ısrar edildiğine işaret ettiği gerçeğini değiştirmiyor. Burada bir hukuki mülahazada bulunmak değil maksadım. Zira benim alanım hukuk değil. Ben toplumu, siyaseti, toplumsal alandaki iktidar ilişkilerini, bu iktidar ilişkilerinin yarattığı tahakküm biçimlerini anlamaya çalışan bir sosyal bilimciyim. Hukuki mülahazaların neredeyse hiç birisinin mevcut siyaset ve toplumsal alandaki eşitsiz iktidar ilişkilerinden azade olmadığını anlatmaya çalıştığımı belirterek geçeyim hukuki konuyu.

Şimdi sadakat meselesine geri dönelim. Gerçekten devletin sivil insanlara karşı yürüttüğü orantısız şiddetin hukuk dairesinde olmadığını hatırlatmak ve bu meyanda devleti hukuk dairesine dönmeye çağırmak devletin kanunlarına karşı bir sadakatsizlik midir, yoksa devletin bizatihi kendisine karşı mı sadakatsizliktir? Devleti baba olarak sayarsak, birisini öldüren babanızı ona karşı göstermeniz gereken sadakat gereği onu hoş mu görmeniz gerekir, yoksa onun hukuksuz eyleminin cezasını ödemesi gerektiğini kabul ve hatta talep etmeniz mi? Hangisi sadakat sizce? Sadakatin kökünü tekrar hatırlayacak olursak, babanızın cezasını çekmesini kabul etmeniz asıl sadakat göstergesi değil midir? Bu bağlamda, sadakat ile hakikat arasında asıl anlamı itibariyle esaslı bir bağlantı söz konusu değil mi?

ANLAMLANDIRMADA MÜCADELE İKTİDAR MÜCADELESİNİN BAŞLANGICIDIR

Biz insanların anlamında oydaşarak işlevsel hale getirdiğimiz sözcüklerin vurguları ve anlamları tarihsel, toplumsal, kültürel koşullarla birlikte değişip dönüşebilir. Bu değişim ve dönüşüm aynı zamanda dilin çokvurgululuğunun da göstergesidir. Çokvurgululuk, aynı zamanda iktidar mücadelesinin öncelikle anlamlandırma pratikleri üzerinde başladığını da gösterir bize. Sadakat sözcüğünde olduğu gibi. Sadakatin kime karşı olduğu konusundan hareketle sadakatle liyakat arasında kurulan karşıtlık, sözcüğün asıl anlamını bozmuş durumda. Mevcut iktidarın torpil, kayırmacılık, klientalizm, haksız kazanç sağlama gibi olumsuz eylemlerine sadakat gibi olumlu bir sözcük feda ediliyor. Lidere sadakat, devlete sadakat, davaya sadakat gibi kavramlarla sözcük asıl doğruluk anlamından uzaklaştırılıp, yalanlara payanda olarak kullanılıyor. Oysa sadakatin asıl anlamı doğruluk, dürüstlük ve erdemlilik değil mi? Bu anlamda baktığımız zaman hakikatle de bir bağı yok mudur sözcüğün? Sözcüğü bağlılık diye bile tanımlayacak olursak, kişi ya da kuruluşlara değil de asıl bağlılık ne pahasına olursa olsun hakikate bağlılık olmalı değil mi?

HAKİKATE SADAKAT BİZİ GÜÇLENDİRİR

Arendt, Hakikat ve Siyaset başlıklı bir yazısında uzun tartışmalardan sonra hakikat hakkında şöyle bir tanımlamaya ulaşıyor: “Kavramsal olarak ifade edersek, değiştiremeyeceğimiz şeye hakikat diyebiliriz; metaforik olarak ifade edersek de hakikat denen şey ayağımızı bastığımız toprak, üstümüzde uzanan gökyüzüdür.”[1] Bu yazının başında ise şu soruyla başlar tartışmaya Arendt: “Güçten yoksun bir hakikat, hakikate itibar etmeyen bir iktidar kadar alçakça değil midir?” Bu soru, neye sadakat göstermemiz gerektiğini ve iktidarın yüzüne neden hakikati haykırmamız gerektiğini çok iyi anlatır. Hakikate sadakat göstermek, kanunsuz davranan bir devlete ve devletin kanunlarını kendi çıkarları için eğip büken bir iktidara karşı bizi güçlendirecek tavırdır. Bu tavırda ısrarlı olmak da her yurttaşın görevidir.

[1] Hannah Arendt ( 2017). Geçmişle Gelecek Arasında, (Çev. Bahadır Sina Şener ve Onur Eylül Kara), İstanbul: İletişim Yayınları, s. 355.

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz