11.4 C
Ankara

Ölümü unutmak ve fani dünyaya bunca bel bağlamak     

Paylaş:

Bu aralar ev taşıma telaşı içindeyiz. Ev taşıma denilince en zorlu ve bir o kadar da keyifli kısım kitap kolilemek benim için. İki haftadır neredeyse her gün iki üç koli yapıyorum. Bu, her akşam uzun zamandır el sürmediğim kitaplara en azından şöyle bir göz ucuyla bakmak ve geçmişi anımsamak anlamına geliyor aynı zamanda. Bu kitaplar arasında en çok ilgimi çekenler sahaftan aldığım eski kitaplar. Tarihsel konularda kalem oynatmam gerektiği zamanlarda başvurduğum anılar, romanlar ve araştırma kitapları. En eskileri 30’lar, 40’lara ait. İnsan hayatı için aslında hiç de eski sayılamayacak yetmiş, seksen yıl öncesi bile faniliğimizle yüzleştirmeye yetiyor da artıyor bile. Aralarında kendi yazdığım, derlediğim, editörlüğünü yaptığım kitaplar ve makalelerimin yayınlandığı dergiler de var. On, on iki yıl önce yayınlanmış makalelerin ele aldığı konular bile tarih olmuş. Kuşkusuz insan hayatında bir gün öncesi bile tarih sayılır. Yaşanıp geçiyor ve çoğu zaman üzerine kafa yorulmadan unutuluyor. İnsan denilen varlık hem bir gün sonrasını merakla yaşıyor, hem de yaşadığı her yeni gün nihayete daha çok yaklaştırıyor… Yani her canlının tadacağı o acı sona.

Lafı ağzımda neden geveleyip durduğumu, pardon sözcükleri neden klavyede gezindirip durduğumu anlamaya çalışırken nedeni birden kafama dank etti. Hepimiz aslında ölümlü olduğumuzu unutarak yaşama tutunabiliyoruz. Ölümü sürekli düşündüğümüz anda yaşamanın anlamı kalmıyor. Onca anı, onca deneyim, onca yetkinlik biriktiriyorsunuz; sonunda puf bir hiç oluyor. Onca para, onca servet, onca mal mülk biriktiriyorsunuz; bir bakmışsınız, hatta bakmaya bile fırsat bulamadan o biriken nesnelerden kopup gitmişsiniz. Sizin kopup gidişinizin nesnelerde herhangi bir etkisi olmuyor elbette. Siz gider gitmez nesnelerin yeni sahipleri oluyor. Yunus Emre’nin yüzyıllar öncesinden seslendiği gibi “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi. Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan”.

DOYMAK BİLMEYEN İKTİDAR HIRSI VE ÖLÜM KORKUSU

Dünyada farklı tipte insanlar var. Daha doğrusu bilişsel zekâsı dünyada iz bırakma takıntısına da yol açan insan türünde bu takıntı farklı şekillerde tezahür ediyor. Bu farklı tezahür şekillerinin tümünün ölümlülük bilinciyle mücadele şekli olduğunu baştan kabul etmek gerek. Bir gün öleceğini bilen tek canlı insan. Salhaneye giden koyunların salhanede kesileceğinin ve nihayet öleceğinin farkında olup olmadığını en azından biz bilmiyoruz. Belki de biliyorlardır da orada öleceklerini, onlarla aramızda bir iletişim olmadığı için biz bilmediklerini varsayıyoruz ya da öyle olduğunu varsaymak işimize geliyor. Bu da bizim antropomorfik hüsnü kuruntumuz vesselam. Bu hüsnü kuruntuyu veri kabul ederek, insan türünün ölümlü olduğunun bilincinde olan tek varlık olduğunu iddia edelim. Dünyada insanın ölümlülüğüyle başa çıkma konusu büyük ölçüde var oluşunun sınırlarını belirliyor. Erich Fromm Özgürlükten Kaçış[1] kitabında insanın doymak bilmeyen iktidar hırsının da bu ölüm korkusundan kaynaklandığını iddia eder. Ölüm korkusu, yani bir gün bu dünyada, evrende, gök kubbenin altında var olmayacağını bilmekten kaynaklanır. Bu bilgi, her yeni ölümle karşılaşmamızda güncellenir. Her güncelleme anlık bir korku, kaygı ve kendine dönmeye yol açar. Ancak bu kendine dönüş kısa sürer ve sonra ölüm unutulur.

Ölümü unutmak ya da ölümle arasına mesafe koymak için insanlar farklı stratejiler izlerler ve az önce de belirttiğim gibi bu stratejiler farklı tip ve karakterde insanlık hallerinin ortaya çıkmasına yol açar. Kimisi kendini insanları yönetmeye vakfeder. Her şeyi, herkesi, her durumu yönetebileceğine inanmak ister bu tip insanlar. Bu inanç her şeyin en doğrusunu kendisinin bildiği vehmine kaptırır onu. Ekonomiden en iyi o anlar, sosyoloji en uzman olduğu alandır. Hele ki siyaset, hele hele diplomasi. Dünyada ondan başka diplomasiden iyi anlayan kimse yoktur. O kadar yıl okulunu okumuş, o kadar yıl farklı farklı ülkelerde görev yaparak deneyim kazanmış büyükelçiler, diplomatlar bir koyunu bile gütmekten aciz varlıklar olarak bu konuda onun eline su dökmeye bile yeltenemezler. Nüfus planlaması ondan sorulur. Her fırsatta yönettiklerine (halk yoktur artık onun nezdinde, herkes onun yönettikleridir) en az üç çocuk yapmayı salık verir. Üremeliyiz ki, bize düşman olan tüm dünya karşısında güçlü, iri ve diri olmalıyızdır. Üremeliyiz ki, cephede, inşaatlarda, fabrikalarda, madenlerde o işlerin “fıtratı” gereği ölenlerin yerine yenileri geçebilsin.

SADECE YIKIMLA BESLENEN ÖLÜ BEDENLER

Ölüm korkusu bir başka insanda ise mal mülk biriktirme takıntısı şeklinde tezahür edebilir. Bir gün öleceğini bilmesine rağmen bu tip, binlerce ömre sığacak kadar para, servet, kısaca “kıymetli” nesne biriktirir. Biriktirdiği, servetine kattığı her nesne bu tipin ölümle arasına mesafe koyar, ya da o ölümle arasına mesafe koyduğunu sanır. Oysa her nesne bu kişiyi ölüme daha çok yaklaştırır. Şöyle ki… Temellük ettiğiniz her nesne sizi insan olma ya da doğanın bir parçası olma vasfınızdan uzaklaştırır. Tıpkı Marx’ın sermaye ile doğa arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullandığı vampir benzetmesi bu tipoloji için de kullanılabilir. Marx, sermayenin ihtiyaç duyduğu kanı doğadan emen ve bununla beslenen bir “yaşayan ölü” olduğunu belirtir.[2] Bu tip de doğayı, yaşamı, kendisi dışındaki tüm varlıkları yok ederek, ya da onları yakıt olarak kullanarak varlığını sürdürür. Bu varlık aslında canlı değil, çoktan canlılığını yitirmiş ve sadece yıkımla beslenen ölü bir bedendir. Ancak tıpkı yönetme takıntısı gibi servet biriktirme takıntısı da kör bir muktedir olma hırsını beraberinde getirir. Bu hırsa yenik düştüğünüz anda var oluşunuz tüm diğer varlıklar için bir tehdit olmaya başlar. Canlılığını sürdürmeye çalışan diğer insanlar bu tipe ancak göğsünü siper ederek, canını hiçe sayarak direnebilir. Bunun örneklerini doğa savunucuları, yaşam alanlarını korumaya çalışan köylüler ve dünyanın geleceğinden kaygı duyan insanlar veriyorlar. Canları pahasına ağaca, toprağa, suya, kurda kuşa sahip çıkarak bu tip vampirlerden yaşamın bizatihi kendini korumaya çalışıyorlar.

İNSAN SEVME YETENEĞİNİ KAYBETMEK!

Bazı tip insanlar ise ölümü unutmak için, kendini ait hissettiği topluluğun etosunu fetişleştirir ve bu fetiş uğruna tüm topluluk dışı insanlardan nefret eder. Nefret bu tip kişilerin gözünü o kadar kör eder ki, herhangi sıradan bir canlıyı sevebilmeleri imkânsız hale gelir. Bu tip insanın gözünde sevgi ve nefret yer değiştirir. Kendisi gibi düşünmeyen, kendisinin ait olduğu topluluk, etnik, dinsel gruba ait olmayan herkes sebepsiz şekilde sevginin yerine koyduğu nefretin hedefi haline gelebilir. Ait olduğu grubun tüm niteliklerini ve çıkarlarını üzerinde yaşadığı toprakların tümüne teşmil ederek, o toprakların tek sahibi olarak ilan eder bu tip kendisini. O toprakları kendisinin sevdiğine benzer şekilde sevmeyen herkes nefretin hedefi olur. Bu hedefe yerleşen tüm insanlar hain, kalleş, kanı bozuk, soysuz, vatansız, kitapsız ve daha pek çok olumsuz şekilde nitelenerek hedef gösterilebilir. Hedef gösterilen bu insanlar her türlü şiddete ve linçe maruz bırakılabilir. Bu tip insan sevme yeteneğini kaybetmiş, kafasını ait olduğu gruba dair bir zamanlar tanımlanmış bir etosla bozmuş ve varlığını bu etos çerçevesinde sürekli üretilen bir söyleme borçludur. Bu borç, onun ölümle arasına mesafe koymasını görünürde sağlar. Ancak aslında bu tip insan varlığını paradoksal biçimde ölümle arasına hem mesafe koyması hem de ölümü sürekli aklında tutmasına borçludur. Şöyle ki… Kendi ölümünü, birilerinin onun da içinde yer aldığı topluluğun geleceği için ölenler sayesinde unutur. Ölüm onun için yoktur ama topluluğu ayakta tutmak için savaşan başkaları için her an enselerinde nefesi hissedilir ölümün. Sürekli şehitlikten, kahramanlıktan, savaştan bahsedip durması bundandır. Bu tip insan da tıpkı servet biriktiren tipolojinin doğa sömürüsünden beslenmesine benzer şekilde genç bedenlerin ölümlerinden beslenir. Bu tip de çoktan ölmüştür aslında, ama onu ayakta tutan şey ölmesini istediği bedenlerin varlığıdır.

Ölümle baş etmek için farklı stratejiler geliştiren daha pek çok tipoloji vardır. Saymakla bitmez elbette. Ancak günlük hayatımızı zehreden, yaşama enerjimizi sömüren, gülebilme arzumuzu iğdiş eden, sevme yeteneğimizi dumura uğratan bu üç tipolojiyi iyi tanımak gerek öncelikle. Ahmet Arif’in de dizelerinde belirttiği gibi “Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü…”

[1] Erich Fromm (2016). Özgürlükten Kaçış, (Çev. Şemsa Yeğin), İstanbul: Say Yayınları.

[2] John Bellamy Foster ve Brett Clark (2010). “Zenginlik Paradoksu: Kapitalizm ve Ekolojik Yıkım”, Montly Review, S. 23, s. 3-22.

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz