14.9 C
Ankara

Kendini bilmeme kültürü

Paylaş:

Son günlerde muhtemelen pek çok insanın cevabını merak ettiği bir soruyu kendime daha sık sormaya başladım: “Bazı insanlar, acaba gece yastığa başlarını koyduklarında nasıl uykuya dalıyorlar, yaptıkları şeylerin hesabını inandıkları ilahi güç dâhil kimseye değilse bile kendilerine nasıl veriyorlar?” Çünkü pek çok inançta olduğu gibi, Antik Yunandaki bazı ekollere göre uyku ya da uyku öncesi, gündelik hayatta yapıp ettiklerimizin bir tür hesaplaşmasını yaptığımız anlardır. Örneğin Pythagorasçılara göre “uyku, tanrılarla bir tür karşılaşma olarak ölümle ilişkilendirildiği için, uyumadan önce kendinizi arındırmak zorundasınızdır. Ölüleri hatırlamak, hafıza için bir alıştırmadır.”[1]

Ölüleri hatırlamak, aynı zamanda hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın anlamsızlığıyla da yüzleştirir insanı. Ölümü hatırlamak diğer yandan da insanı yarın ölecekmiş gibi yaşamaya yönlendirir. Ne var ki, ölümü hatırlamak dahi bazılarımızda farklı farklı davranış örüntüleri ortaya çıkarıyor. Bazılarımız “nasılsa yarın öleceğim, ne gerek var ki mala mülke, ne gerek var ki hak hukuk yemeye, ne gerek var ki bir canı incitmeye, bu dünyada bir hoş seda bırakayım, bu yeter” diyerek bir sükûn âlemine dalıyor. Laf aramızda tabi ki “kaldı mı artık böyle tipler?” diye bir soru da akla gelmiyor değil. Bu hatırlama bazılarımızı ise, “zaten yarın öbür gün öleceksem, bu dünyanın bütün nimetlerinden yararlanmalıyım, bir ömrüm var onu da her şeyin hazzına, tadına, zevkine vararak tamamlamalıyım” diyerek bütün dünya nimetlerini ne pahasına olursa olsun, kimin hakkına tecavüz ederse etsin olabildiğince çok sömürmeye yönlendiriyor. İkinci tip motivasyonu tahrik edecek o kadar çok çeldirici var ki içinde yaşadığımız dünyada, buna kapılmak çok kolay, bunu kafamızda meşrulaştırmak çocuk oyuncağı.

Bir üçüncü model daha var ki ölüm bu tip kişilerde zerre kadar kaygı uyandırmıyor. Bu tip insanlar, ya ölümden sonrasına inanıp, bu inancı paradoksal bir biçimde dünyada yaptığı tüm haksızlıkları meşrulaştıracak bir araç olarak kullanıyor ya da dünyadaki bütün yapıp ettiklerini bir öbür dünya ödülü için şekillendiriyor. Dindar mı desek Tayfun Atay’ın adlandırmasıyla dinbaz mı desek böylelerine karar vermek zor. Dindar ya da dinbaz ayrımı yapmaksızın bu tipolojiyi ortaklaştıran nokta, öbür dünya beklentisine bu dünyayı feda etmek, ya da bu dünyadaki bütün ilişkilerini ölür dünyanın varlığı varsayımıyla şekillendirmek. Bunda ilk bakışta bir sorun yok elbette. Ancak bu yaklaşım, bilişsel zekâsı her zaman kurnazlık için daha iştahla işleyen insan türü için her zaman bir kaçamak yola sapmayı da kolaylaştırıyor.

İNANCINI NASIL YAŞARSA YAŞASIN, AMA BAŞKALARINA HAKSIZLIK YAPMASIN

Günümüzde bu yaklaşımla hayatını temellendiren insanlar arasında samimi dindar ve dini çıkarlarına alet eden şeklinde bir ayrım yapıyor bazıları. Açıkçası ben bir insan neye inanırsa inansın, inancını kendi hatalarının hoş görülmesini meşrulaştırmak için araç olarak kullanmadığı sürece pek önemsemiyorum. İster ağaca isterse ineğe tapsın, bir insan inancını başkalarına dayatmıyorsa ve başkalarına yaptığı haksızlığı inancıyla meşrulaştırmıyorsa inancını nasıl yaşarsa yaşasın.

Bu tipolojinin bir diğer varyasyonu da bir miktar daha modern kavramlarla var oluşunu temellendiriyor. Bu tipoloji vatan, millet, bayrak gibi semboller sayesinde ölümün yaratacağı olası yüzleşmeden olabildiğince kaçıyor, kaçabiliyor ya da kaçabildiğini sanıyor. Bu tipolojinin sarıldığı ya da varlığına “anlam” kattığı kavramlar bir miktar daha dünyevi kavramlar olsa da, temelde mistik esintiler barındırıyor içinde. Vatan gibi bir kavram her ne kadar somut bir kara parçasına tekabül etse de bu kara parçasına karşı beslenen sevgi mistik bir takım soyutlamaları besleyerek her türlü günahın, kötülüğün ahlaksızlığın üstünü örtecek bir paravana dönüşebiliyor. Sevgi başlı başına muğlak bir kavramken, buna herkesin sevme biçimi pekâlâ değişebilecek bir kara parçasına beslenen duygunun ne olduğu sorusu eklenince muğlaklık derinlik kazanıyor. Her muğlak kavram gibi yoruma açık hale geldiği zaman bu sevgiyi sorgulamak ve eleştirmek de neredeyse imkânsız hale geliyor. Erich Fromm sevginin de şiddetin de aynı kökenden geldiğini boşuna iddia etmiyor.[2] Sevgi karşılık bulamadığında ya da eşitlenmediğinde (ki bu mümkün değildir, zira hiç kimsenin herhangi bir başka varlığa beslediği sevgiye eşit düzeyde bir sevgiyle karşılık bulması mümkün değildir) çok çabuk şiddete dönüşebiliyor.

SEVGİNİN GÖSTERİLME BİÇİMLERİ DEĞİŞKENLİK GÖSTEREBİLİYOR

Türkiye’de askeri birliklerde duvarlara yazılı bir söz vardır: “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır”. Vatanı sevmek tamam da görevin ne olduğu belirsizdir. Kimine göre görev vatan topraklarında “demokrasi ve barışın hüküm sürmesine hizmet etmek”tir. Kimisine göre de görev, kendince terörist olarak gördüğü unsurlardan öldürmek dâhil her yol ve yöntemle temizlemektir vatanı. Vatana olan sevginin gösterilme biçimi değişkenlik gösterebildiği gibi sevgiliye, eşe, aşığa gösterilen sevginin ifade edilme biçimi de çok fazla değişkenlik gösterebilir. Kimisi sevdiğini olabildiğince özgür bırakmayı sevgi göstergesi olarak görebilir. Kimisi de onu koruyup kollamak adı altında hayatını zindana çevirecek kadar sınırlarını daraltmak şeklinde anlayabilir ona gösterdiği sevgisini. Son yıllarda “ölümüne” sevdiği eşini, sevgilisini öldüren erkeklerin sayısının ne kadar arttığını akılda tutarsak, sevgi gibi güzel bir duygunun nasıl şiddete evrilebildiğini görebiliriz.

ÇAĞ KENDİYLE HESAPLAŞMAKTAN KAÇMA EĞİLİMİNİ KÖRÜKLÜYOR

İşin özü insanın ahlaki, uygun, erdemli, vicdani sınırlar içerisinde ya da diğerkâm olmayan bir davranışı ile yüzleşmesini engelleyen mistik soyutlamalara neden bu dönemde bu kadar sık ve çabuk başvurabildiğini anlamaya çalışıyorum. Çağın koşulları galiba tuhaf bir kendiyle hesaplaşmaktan kaçma eğilimini körüklüyor. İdeolojik kutuplaşmalar, herkesin her şeyi sözde bilebilir olmasına fırsat tanıyan internet çağı, hız tutkusu durup düşünmeyi ve insanın kendi davranışlarını tartmasını büyük ölçüde engelliyor. Ünlü bir sunucu, hakkındaki taciz iddiasına iddiada bulunan kişi hakkında açtırdığı argo bir hashtagle karşılık verebiliyor. Bu da yetmiyor, iddia sahibinin nişanlısıyla bir video çekip kadını itibarsızlaştırarak kitlesel destek toplayabileceğini sanabiliyor. Aklına hiçbir zaman “bu kişi benim hakkımda neden böyle bir iddiada bulundu acaba, ben bu kişiye ne kötülük ettim de hakkımda böyle şeyler söylüyor acaba?” sorusunu sorarak, bu soru üzerinde samimiyetle kafa yormak gelmiyor. Zannımca burada kişiye yöneltilen eleştiri, iddia erkeklikle çerçevelenmiş bir personaya karşı saldırı olarak algılanıyor. Bu saldırı karşısında savunma olarak görülebilecek her türlü strateji mubah sayılıyor.

İKTİDAR YANLIŞLARININ SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMEKTEN KAÇINIYOR

İçinde yaşadığımız politik ve kültürel iklim de buna benzer davranış örüntülerini destekleyecek pek çok unsur barındırıyor içinde. Siyasal iktidar yaptığı hiçbir yanlışın sorumluluğunu üstlenmeyerek, her türlü hatalı icraatı dış güçlerin saldırılarıyla açıklayarak bu iklimi sürekli besliyor. Büyük anlatılar, soyut ve mistik değerler tikel hataların üstünü örtmek için her zaman imdada çağırılıyor. Ancak imdada çağırılan değerler, her zaman muarızlara yöneltilen silaha dönüşüyor. Bu iklim ortasında kimse bir gün düşman, hain, yabancı, terörist gibi bir kategoriye düşmekten azade değil. Bu iklimse hiç sürdürülebilir değil. Her şeyden önce kendine hesap verebilir bireylerden oluşmayan toplum, hatalarının, yanlışlarının sorumluluğunu almayan yönetimlere mahkûm olur. Şu sıralar hem ekonomik, hem siyasal hem de toplumsal olarak büyük bir kriz içinde olmamızın ve bu krizin giderek derinleşmesinin belki de en önemli nedenlerinden birisi de kendini bilmeme kültürünün yaygınlaşması. Zannedildiği gibi kendisiyle hesaplaşmak tek başına içsel bir muhasebe değil. Yapılan hataların ve haksızlıkların bedelini ödemeyi de kapsıyor. Aksi hiçbir zaman gerçek bir hesaplaşmaya yol açmıyor; zira insan en çok da kendisine kolayca yalan söyleyebilir ve bu yalanlarla hesap vermekten kolayca kaçabilir. Bir insanın yüzüne hatası vurulmadığı ve bu hatanın bedelini ödemesi gerektiği ısrarla hatırlatılmadığı sürece kendiliğinden bu hatayla yüzleşmesi çok zordur. Eğer bir gün şu anda ülkeyi yöneten kişi/kişiler yaptıkları hukuksuzlukların ve haksızlıkların bedelini hukuki çerçevede ödemezse, “kendini bilmeme kültürü” daha çok yaygınlaşır ve içinde bulunduğumuz çürümeyi derinleştirir.

[1] Michael Foucault (2003). Kendini Bilmek, (Çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul: OM Yayınları, s . 60.

[2] Erich Fromm (2000), Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Yedinci Baskı, Ankara: Öteki Psikoloji.

Yazar Hakkında

Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

Tezcan Durna
Tezcan Durna
Tezcan Durna, yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde 2002 yılında araştırma görevlisi olarak başladığı görevine 2017 Ocak ayında görevinden uzaklaştırılana kadar devam etmiştir. Barış İmzacısı olması nedeniyle KHK listesine adı eklenerek akademiden uzaklaştırılan Durna, çalıştığı kurumda Haberi Okumak, Haber Sosyolojisi, Medya ve Etik, Etik Modernite ve İletişim, Şiddet Siyaset ve Medya, Akademik Araştırma, Yazma ve Sunma gibi lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler vermiştir. 2011-2012 yılları arasında TÜBİTAK Doktora Sonrası Araştırma Bursu ile Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsünde çalışmıştır. Medyada temsil, basın tarihi, medya ve etik, medya sosyolojisi, yeni medya etnografisi, Türkiye’de aydınlar gibi konularda ulusal ve uluslararası akademik mecralarda yayınlanmış çok sayıda eseri mevcuttur. Halen Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfının Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmekte, Almanya’daki Duisburg-Essen Üniversitesi’nde dersler vermektedir.

━ bu yazardan

Zifiri karanlıkta gözlerden akamayan iki damla yaş

Baştan uyarayım, bu yazıda bolca kişisel hikâye vardır. Ancak bütün bu kişisel...

Kültürel hegemonya tamam, sıradaki!

Yüksek lisans tezimi yazarken, ele aldığım konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle...

Oto sansürün dayanılmaz cazibesi

“Çatışmayı tatsız bulmak, çıkarları bu çatışmalar tarafından tehdit edilenler için hoştur.” Terry Eaglaton Dilimizde...

Sapık

Babam hayattayken, kendi babasından aldığı elle az biraz marangozluktan anlardı. Bu becerisiyle...

700 yıllık bir çınar ağacı kurursa

“Çalılık nerede? Gitmiş! Ve kıvrak taylarla av hayvanlarına elveda demek nedir? Yaşamın...

Alevi’nin yarası muktedirin havucu

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,...

Suskun

Suskun, birileri tarafından susturulmuş, baskılanmış, konuşmasına ve meramını anlatmasına izin verilmemiş kişi...

Üniversiteler çoraklaşırken rektör egoları semiriyor

Doksanlı yılların ortaları, tam da bu zamanlar. Üniversite sınavlarının kısaltılmış adları o...

Şeffaflığın despotluğu

“Kamusal alanın ortadan kaybolması, içine mahrem ve özel meselelerin döküldüğü bir boşluk...

Acısız hayatlar

“Acı artık ilaçlarla mücadele etmeyi gerektiren anlamsız bir kötülüktür.” Byung Chul Han-Palyatif Toplum “Yaşarsın...

Özgürlük vaat edenlere koşulsuz inanmak özgürlüğün en büyük düşmanıdır

Dünyaya elinde güç olduğu halde bu gücü kullanmaktan imtina edecek kadar güçlü...

Yozlaşma

Bütün sözcüklerin olduğu gibi yozlaşma sözcüğünün de kullanıldığı bağlam çok önemlidir. Bu...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz