16.2 C
Ankara

AKP’nin ‘yeni’ vaadi: Mutlak ve yaygın yoksullaşma

Paylaş:

Merkez Bankası’nın faizleri geçen hafta yüzde 15’e düşürmesinin ardından Türkiye üç yıl içinde ikinci kur krizini yaşıyor. Resmi enflasyon rakamına göre eksi yüzde 5, bağımsız araştırmacılarca hesaplanan enflasyona göre eksi yüzde 15 reel faiz demek bu. Türkiye’de yabancı para cinsinden mevduatların oranı uzun süredir yüzde 50-55 arasında değişiyor. Yani Türk Lirası’na ciddi bir güvensizlik ve dolarizasyon yaşanıyor. Türk Lirası’nda kalmayı olanaksız kılan bu son adımın ardından bir günde TL yüzde 15 değer kaybederken, aralarda yaşanan kur ataklarıyla hep artış eğiliminde olan kur 2018 başına göre yüzde 230 düzeyinde artmış oldu. Kurdaki bu sıçrama sonrasında enflasyondaki artışın önümüzdeki aylarda yüksek düzeylerde devam edeceği de netleşti. Dolar cinsinden asgari ücretin değeri ise 2006 yılı seviyesine kadar geriledi (260 dolar civarı). Bu sayede Türkiye emek maliyetlerinde sadece Avrupa ülkelerinin değil asgari ücreti 340-360 dolar arasında değişen 1.5 milyarlık nüfusa sahip Çin’in de gerisinde kalarak yıllardır özlemi çekilen “rekabetçiliğe” kavuşmuş oldu.

DÜNYA FAİZ ARTIRIRKEN TÜRKİYE FAİZLERİ DÜŞÜRDÜ

Türkiye AKP iktidarı boyunca uluslararası koşulların da izin vermesiyle borçlanmaya dayalı, faizlerin düşük kalmasını gerektiren, dışardan sermaye girişi sağlanabildiği sürece devam ettirilen bir ekonomik model uyguladı. Bu model uluslararası piyasalarda borçlanmanın pahalılaşması ve Türkiye gibi ülkelere gelen sermayenin azalması ile birlikte 2015 sonrasında tıkandı ve 3 yıl bir şekilde ertelenen kriz 2018’de geldi. Kurlar ve enflasyondaki yükselmeye, faizleri ciddi biçimde yükselterek yanıt veren Merkez Bankası, ilk fırsatta borçlanma ile büyüme patikasına dönebilmek için faizleri tekrar düşürdü. O günden beri iktidar kur ataklarına faiz artışıyla yanıt verdi, fırsat bulduğunda da faizleri düşürerek kredi genişlemesi ile büyümeye çalıştı. Ancak yüksek enflasyon, dış borç, yüksek işsizlik ve eşitsizliklerle girdiğimiz 2021 yılı sonunda, dünyada Pandemi sonrası ortaya çıkan enflasyonist eğilimler nedeniyle tekrar faiz indirimine gitme olanağı kalmamıştır. Gelişmekte olan ülkeler bu gelişmelere faiz artırımlarına giderek yanıt verirken Erdoğan iktidarı, özetlediğimiz faiz politikasını değiştirerek Eylül ayında ilk faiz indirimini yapmıştır. Bunda ABD gibi önemli finansal merkezlerin faiz artırımlarını 2022 yılına ertelemesi kilit rol oynamıştır. AKP iktidarı faiz indirmek için doğru zaman olmasa da bir daha şansı olamayacağını düşünerek kur ve enflasyondaki artış eğilimine rağmen faizleri düşürmekte ısrarcı olmuştur.

Bu yazıda ülke ekonomisinin durumuna ilişkin temel gözlemleri aktararak, AKP iktidarının politika değişikliğinin işleme olasılığını ve sonuçlarını tartışmaya çalışıyorum

YENİ BİR EKONOMİK STRATEJİ?

Eylül ayından itibaren TL’deki değersizleşmenin Türkiye’nin rekabetçiliğini artıracağı, ithalatı pahalı hale getirerek cari açığı azaltacağı, nihai olarak zaman içinde enflasyonu düşüreceği açık ya da örtük getiriliyor. Hatta zaman içerisinde pahalılaşan ithal malların yerine yerlilerin ikame edileceği ve kronik ödemeler dengesi sorunlarının da hafiflemesi bekleniyor. 2020 Aralık ayından beri ödemeler dengesi ilk defa 2021 Ağustos ve Eylül aylarında, TL’deki değersizleşmenin ihracatta ithalata göre daha hızlı artış yaratabilmesiyle cari fazla vermişti. Bilindiği üzere cari fazla verilse de hem tüketimde hem üretimde ithalata bağımlılık nedeniyle kurdaki artış doğrudan enflasyona yansıyor, sabit gelirlilerin satın alma gücünü düşürerek iç talebi daraltırken, ekonominin işleyişinde de belirsizlikleri artırıyor. TL’de faiz indiriminin yapıldığı gün yaşanan yüzde 15 düzeyinde değersizleşme (Dolar tarihinde ilk defa 14 liraya yaklaştı), ertesi gün kamu bankalarının el altından sattıkları dövizle dolar 12 lira seviyesine çekilebildi. Ancak, kurdaki yüksek oynaklığın yarattığı belirsizliklerin artık yönetilemez boyuta gelmesiyle, vadeli alışverişin durduğuna, siparişlerin iptal edildiğine ve stok yapma eğiliminin arttığına dair haberler geliyor.

Kamu bankaları aracılığıyla kontrolden çıkan kur artışını dizginleme çabası, iktidarın 3. faiz indiriminin sonuçlarını ve maliyetini iyi hesaplamadığına işaret ediyor. Peki öngörülebilir bu maliyetler neden tercih edilmiş olabilir ve hangi araçlarla yönetilebilir?

BORCUN ÖZELDEN KAMUYA AKTARIMI DEVAM EDİYOR

AKP dönemi, özel kesimin (hanehalkları dahil) Türkiye tarihinde görülmemiş düzeylerde borçlandırıldığı bir dönem oldu. 2018’den bugüne ekonomideki belki de tek “olumlu” denebilecek ve bugün TL’de yaşanan değersizleşmenin olumsuz etkilerini göreli olarak azaltan ve bir borç krizine dönüşmesini engelleyen gelişme, özel kesimin dış borcunun düşmesi idi. 2021’in son çeyreği itibariyle milli gelirin yüzde 58.3’ü oranındaki brüt dış borç stoğunun (446.4 milyar Dolar), yüzde 53.7’si özel sektöre ait. Özel kesimin dış borcunun toplam dış borca oranı 2015’in üçüncü çeyreğinde yüzde 70.9’a kadar çıkmışken, o tarihten itibaren yüzde 53.7’ye kadar gerilemiştir. 2018’in son çeyreğinden itibaren özel kesim net dış borç ödeyicisi haline gelirken, kamunun dış borcu artış eğilimine girmiştir.

Kısa vadeli borcun özel kesime ait kısmı 2010’da yüzde 92’ye kadar tırmanmışken, 2021’in ikinci çeyreği itibariyle yüzde 58’e gerilemiş, kamunun hem toplam dış borç içerisindeki payı hem de kısa vadeli borçlar içerisindeki payı artmıştır. Özel kesimin dış borcu önemsenmeyecek düzeyde değildir, ancak 2018 krizine kıyasla borcunu ödeyememe riski (döviz açık pozisyonları), ülkenin ihtiyaç duyduğu yabancı kaynaklar daha çok kamu eliyle ve bankalar aracılığıyla borçlanılır hale geldiği için düşmüştür.

2018’den beri kamunun faiz harcamalarının miktarındaki artış da bunu yansıtmaktadır. Faiz harcamalarının toplam harcamalar içindeki payı yaklaşık 4 puanlık artışla yüzde 10’a çıkmıştır.

Faizlerin düşürülmesi ise, krizi yönetme maliyetinin bir kez daha özelden kamuya aktarılmasını sağlamaktadır. Çünkü Merkez Bankası’nın faizleri Eylül’den itibaren 3 puan indirerek yüzde 15’e çekmesi ticari kredi faizleri ve inşaat sektörü için kritik olan konut kredisi faizlerinde (özellikle kamu bankalarında) bir düşme gerçekleştirirken, kamunun borçlanma faizleri aynı dönemde yüzde 18’den yüzde 21’e çıkmış durumda. Dolayısıyla özel kesimin iç borçlanma olanakları ucuzlatılırken kamunun borçlanma maliyeti artmış oldu. Yazıyı uzatmamak için 2017’den beri aktif olarak kullanılan, Kredi Garanti Fonu, hazine garantili ihaleler gibi yöntemlerle özel kesimin risklerinin büyük kısmının zaten kamu üzerine alındığını, vergi aflarına ek olarak vergi gelirlerinin yüzde 70’inin dolaylı vergiler ve ücretlerden alınan gelir vergisinden geldiğini kısaca belirterek geçelim.

Kamunun borçlanma maliyeti arttığına göre faiz indirimlerinden temelde iki kesim faydalanıyor gözüküyor: daha çok iç piyasaya üretim yapan, ancak TL ile borçlanabilen ve yüksek düzeydeki iç borcunu döndürmek durumunda olan küçük ve orta büyüklükteki işletmeler ve yabancıya ve hala borçlanabilen orta-üst gelir gruplarına satış yapan inşaat sektörü. İhracat yapan sektörlerdeki şirketler ise ara ve yatırım mallarında ithalata bağımlılıklarının düzeyine göre TL’deki değersizleşmenin ücret maliyetlerini ucuzlatması sayesinde değişen düzeylerde satış olanaklarını artırma şansına sahip gözüküyorlar. Hemen belirtelim, kurdaki yüksek oynaklıktan ihracatçıların da rahatsız olduğuna dair haberler geliyor.

YOKSULLAŞTIRAN BÜYÜME

İktidar 1980 sonrası azgelişmiş ülkelerde (çoğunlukla otokratik yönetimler altında) uygulanan ihracat yanlı büyüme modelini benimsemiş görünüyor. İktidarın bir taraftan negatif reel faizlerle TL cinsinden borçlanabilen kesimleri ayakta tutup, hatta yatırım yapmalarını beklerken, diğer taraftan TL’deki değersizleşme ile ucuzlayan emek sayesinde ihracatçı sektörlerin ekonominin motoru olmasını beklediği anlaşılıyor. Umulan, emeği iç talebin bir unsuru olmaktan çıkarıp sadece maliyet unsuru haline getiren bu ihracat yanlı büyüme stratejisi ile düşük reel ücretler sayesinde uluslararası piyasalarda rekabet yapabilir hale getirmek. Gayri Safi Sabit Yatırımları son üç yılda yüzde 1.8 küçülmüş, düşük-orta yoğunlukta teknoloji ile ihracat yapabilen, yüksek enflasyona sahip bir ülkede ancak yoksullaşma ile ihracat kapasitesinin artırılması mümkün.

Şekil 2’de 2013’ten beri bir birim ihracatımızın değerindeki gelişmeleri izleyen indeksin düşüş eğiliminde olduğu, bunun sonucunda dış ticaret hadlerinin de dönem boyunca ülke aleyhine (100’ün altında) geliştiğini görebiliyoruz (noktalı eğriler iki göstergenin zaman içindeki trendini gösteriyor). Bu grafik halihazırda dış ticarette yoksullaştıran büyüme sürecinin 2015’ten beri istikrarlı biçimde devam ettiğini gösteriyor

PEKİ BU PLANIN İŞLEME OLANAĞI VAR MI?

Önümüzdeki 12 ay içinde Türkiye’nin 150 ile 170 milyar dolar arasında dış borç ödemesi yapması gerekiyor. Kurdaki artış, hali hazırda bu borç ödemesinin TL değerini eylüle göre yüzde 40 artırmış durumda. Erdoğan, “faizleri indirdik niye yatırım yapmıyorsunuz?” diye işverenlere çıkışıyor, ancak belirsizlikler ve kurdaki oynaklığın piyasada yarattığı sorunlar nedeniyle faizler inmiş olsa dahi şimdilik iç piyasanın, borçların ertelenmesi haricinde, hareketlenmesi zor gözüküyor. Bu koşullarda iktidarın kısa dönem beklentisinin, TL’deki değersizleşme ile ülke varlıklarının ucuzlamasından faydalanmak isteyen yabancı yatırımcıları ülkeye çekmesi olduğu anlaşılıyor. Bu kur krizinin 2018’deki krizden bir diğer farkı ekonomide yabancı payının çok düşmüş olması. TL cinsi devlet iç borçlanma senetlerinde yabancı payı 2021 Ağustos ayında yüzde 4.5’a, yabancıların borsadaki işlem payı ise yüzde 22’ye gerilemiş durumda. Dolayısıyla ani bir sermaye çıkışından ziyade özellikle yerli aktörlerin rekor düzeydeki negatif reel faize karşı dövize yönelmelerinin sonucu olarak kur krizi tetiklenmiş gözüküyor. İktidar yabancı varlığının düşük olması nedeniyle kurdaki oynaklığın kısa sürede ortadan kalkacağı beklentisinde olabilir.

BÜTÇE OLANAKLARI 

İktidarın hem borçlanma maliyetlerini düşük tutmak hem de kara günlerde kullanmak için bütçe olanaklarını pandemi sırasında dahi kullanmadığı hatırlanmalıdır. Tüm dünya doğrudan nakit yardımları ile pandemi sırasında vatandaşlarını desteklerken, AKP bütçe olanaklarını kullanmaktansa kamu bankaları aracılığıyla ucuz kredi dağıtmayı tercih etmiştir. Sonuçta pandemi boyunca bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 3 düzeyinde kalmış, faiz dışı bütçe açığı milli gelirin yüzde 1’ine dahi ulaşmamış, hatta 2021 Eylül itibariyle yüzde 2.7 düzeyinde faiz dışı bütçe fazlası verilmiştir. Yıl sonuna kadar bunun açığa dönüşmesi beklense de maliyetli yüksek kur-düşük faiz politikasının yükünü kısa vadede karşılayabilecek bir mali alanın olduğu söylenebilir.

Diğer yandan  2018 krizine pandeminin de eklenmesiyle çok ciddi bir işsizlik ve yoksulluk artışı sözkonusu. Halihazırda satın alma gücündeki erime nedeniyle toplumda ciddi bir rahatsızlık var. Bu rahatsızlığı giderebilmek için asgari ücrette “ciddi” bir artış (muhtemelen resmi TÜFE oranının biraz üzerinde) yapılacağı ve kamusal istihdamın artırılacağı iktidarca yapılan açıklamalardan anlaşılıyor. İşverenlerin enflasyonun üzerindeki asgari ücret artışının kamu kaynaklarından karşılanması ve halihazırda İşsizlik Sigortası Fon’undan verilen istihdam desteklerinin de sürdürülmesi talebinin yukarıda bahsedilen mali alan sayesinde karşılanacağını tahmin edebiliriz. Ancak bu mali alan kurdaki artışın kamu dış borç ödemelerini artırması nedeniyle hızlı biçimde kapanacaktır. Cuma gecesi harç ve cezalara getirilen yüzde 36’lık artış bu mali alanın hızlı daralmaması için çaba harcanacağını gösteriyor.

Kurdaki artışın önümüzdeki aylarda enflasyonu sıçratacağı dikkate alınırsa, reel ücretlerin erimeye devam edeceği, düşük tutulan resmi TÜFE oranının üzerindeki bir asgari ücret artışının birkaç ay içerisinde anlamsızlaşacağı görülüyor. Ancak yükü kamuya aktarılacak resmi enflasyonun üzerindeki asgari ücret artışının yoksullaşmayı makyajlayarak iktidara zaman kazandırabileceği ihtimal dahilinde görünüyor.

UZUN VADEDE ÖNERİLEN SADECE DAHA DA YOKSULLAŞMA 

Uzun süreli ve yapışkan, kadın ve gençler arasında daha yüksek seviyelerde gerçekleşen işsizlik ise ekonominin en önemli yapısal problemi olarak ortada duruyor. İşsizlik bir taraftan ücretler üzerinde baskı kurarken, diğer taraftan sendikalaşmanın zayıf olmasının da verdiği büyük katkıyla çalışma koşullarını bozarak, çalışanlar arasında da sömürü düzeylerini artırıyor. 2016’dan beri emeğin ülkede üretilen katma değerden aldığı pay düşüş eğiliminde iken, birim üretkenliklerin altında kalan reel ücretler tüm AKP dönemi boyunca bir olgu olarak devam etti ve çalışanlar ancak borçlanma ile tüketebilir hale getirildiler. Bu koşullarda yukarıda çerçevesi çizilen “yeni” stratejinin 2018’den beri ciddi biçimde örselenmiş çalışan kesimler ve yoksulların daha da yoksullaşması üzerine kurulu olduğu görülüyor. Kısa vadede özel kesim ve bankalardaki risklerin düşük olması ve bütçe olanakları aracılığıyla yönetilebilme ihtimali olan bu yeni politikanın orta ve uzun vadede zaten hırpalanmış ülkeye ve insanına çok büyük zararlar vereceğini hem Türkiye hem de diğer azgelişmiş ülke deneyimlerinden gayet iyi biliyoruz.

İşsizlik, eşitsizlik ve yoksulluk büyük ölçüde borçlanma ile tüketebilen zaten borçlu hane halklarının talebinde ciddi bir daralma meydana getirdi, getirmeye devam edecek. Dış talebe odaklı bu modelin, AKP iktidarı boyunca sorunları katmerleşmiş, eğitimden, doğaya, insan gücüne pek çok alanda onarılması uzun sürecek zararlar verilmiş ülke ve ekonomisinin yapısında çok daha büyük tahribatlar yapması olasıdır. Artan eşitsizlik ve yoksulluk, hane halkı borcu ve iç talepte meydana gelecek daralma nedeniyle oluşacak ekonomik sorunları başka bir yazıda incelemek üzere yeterince uzamış olan yazıyı burada sonlandıralım.

━ bu yazardan

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz