Nehrin kendini aşıp durduğu yerde,
Kınalı elleriyle yün eğiren kadın
Gül yaprağı yakıyordu.
Cama turkuaz bir tavus kuşunu resmeden usta
Güneşe sırtını dönüyordu.
Uzun süren yası boyunca karalar giyen kadın
Ateşin karanlık yanını kuşandığını söylüyordu.
Bizi terk edip sonsuzluğa gidenler için
Ağıt yakan kadınların yüzleri
Hep görkemli dağlara dönüyordu.
Çıplak göğsünü yalayan su
Bir bilinmeze usulca akıyordu
İpince bir ezgiydi kederli zamanlardan arta kalan…
Paramparça anfora…
Rüzgâr sayfalarını çevirirken eski bir kitabın,
Sığınacak liman arayan köhne ve pusulasız
Bir gemiye dönüyordum.
Yan yatmış çıplak bir kadın geçiyordu düşümden
Tül ve salyangoz iliştirilmişti kadife giysisine.
Sonra “artık yeter” diyen beyaz tülbentli kadınlar
Geçiyordu kentin dar sokaklarından.
Barış anneleri, Cumartesi anneleri geçiyordu düşümden
Plaza De Mayo anneleri geliyordu aklıma
Ve onların umarsız, iri ve kederli gözleri…
Gökyüzünden üzerimize kederin yağdığı zamanlardı.
Dilimizde hep kesif bir hüzün.
Bulutların ardında beliriyordu ay
Bulmaya çalıştığımız yol uzadıkça uzuyordu.
Ekilmemiş tarlaların kederi,
Kör kuyular ve viran evler geliyordu aklıma
Bir de kırık boynuzları yaralı bir geyiğin…
Taşı gergef gibi işliyordu ustalar
“De lori lori” diyen kadınlar zılgıt çekerek
Dağ başlarında, çoban ateşi yakan
Çocuklarına koşuyordu.
Gözünde upuzun bir merdivenden
Göğe yükselen beyaz bir kartal görüyordum…
Buğday tanesinin ölümü başağın habercisidir, demiştin.
Kelebeğe dönüşen tırtılın öyküsünü anımsadım
“Şu dünyada ayrılık var ölüm var, ille de zulüm var” diyen
Enver Gökçe eliyor aklıma
*Bu yazı Narın Rengi filmi üzerine kaleme alınmıştır…
https://youtu.be/QQ2JFzB5QTY