20.3 C
Ankara

Gazeteci İbrahim Gündüz: Türkiye’de sömürge madenciliği yapılıyor

-

PAYLAŞ:

Ayça ONURALMIŞ

Medyaport yazarı gazeteci İbrahim Gündüz, “Altın Ölüm” kitabından bir yıl sonra ikinci kitabı “Altın Girdap” ile okuyucuların karşısına çıktı. Kitabında, Türkiye’nin dağlarının, ormanlarının, yaylalarının ve meralarının nasıl yok edildiğini; köylerinin nasıl haritadan silindiğini; sularının nasıl zehirlendiğini gözler önüne seren Gündüz, “Örneklerle, tanıklarla, somut olaylarla anlattık. Bütün bu işlemler sonucunda da bir avuç gözü dönmüş insan ceplerini doldururken gerçekte ülkenin hiçbir şey kazanmadığını anlatmaya çalıştık” dedi.

Gündüz, yeni kitabı “Altın Girdap”ı Medyaport’a anlattı…

-“Altın Ölüm” isimli ilk kitabınızın ardından yeni kitabın ismi de “Altın Girdap”. Kitaplarınız isimlerini nereden aldı?

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Altının ne olduğunu ne amaçla kullanıldığını, o sarı metale nasıl bir değer yüklendiğini bu satırları okuyan insanlarımız gibi ben de biliyorum. Çocukluğumdan bugüne altın bizlere zenginliğin, paranın, güzelliğin sembolü olarak tanıtıldı. Biz de özel günlerimizde arkadaşlara, akrabalara çeyrek altın hediye ettik. Biz de ‘bir kenara atalım, tasarruf olsun’ diyerek altın biriktirdik. 2001 yılında Türkiye’de ilk altın madeni mücadelesi başladığında, genç bir gazeteci olarak Bergama-Ovacık köylülerinin eylemlerine sempatiyle bakmama rağmen içimden de “Tamam biraz zarar veriyordur ama ülkemiz de zengin olacak” diye geçirdiğimi hatırlıyorum. Yani şunu söylemek istiyorum, altının bir “hileli gereksinim” olduğunu anlamam için zaman geçmesi gerekti. Yani yüzde 85’den fazlası “hileli gereksinim” için kullanılan bir sarı metalden söz ediyoruz. Ve onun uğruna yok edilen bir dünyadan…

-Kitabınızda hangi konulara değindiniz?

Prof. Aykut Çoban, kapitalizmde metaların önemli bir bölümünün “hileli gereksinim” olarak ortaya çıkarıldığını belirterek, altının da bir “hileli gereksinim” olduğunu vurguluyor. Hileli gereksinim, yani insanların aslında gereksinim duymadıkları bazı nesneleri (altın gibi) gereksinim duyarmışçasına tüketme eğiliminde olması. Altın bazı bilişim, iletişim sektörlerinde ve kısmen de tıpta çok dar bir alanda gereksinim duyulan bir metaldir. Ve bu amaçlar için altın çok fazlasıyla dünyada mevcut zaten. Ancak gerçek gereksinimi çok dar bir alanla sınırlı olan altın, toplumsal yaşamda bir yatırım aracı olarak ya da takı, gösteriş, şatafat nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani aslında gerçek bir “gereksinim olmayan” bir ürün için yaşam alanlarımızı zehirliyoruz.

Altın madenciliği artık dere boylarında ellerinde eleklerle altın arayan kovboylar tarafından yapılmıyor. Türkiye’de ve dünyada bugün yapılan altın madenciliği yüzde 90 oranlarında ağır bir kimyasal işlemdir. Adına altın madeni denilen yerler açık hava kimyasal fabrikalarıdır. Binlerce ton siyanür, sülfürik asit, nitrik asit gibi dünyanın en zehirli kimyasalları açık alanlarda su gibi kullanılmaktadır. Milyonlarca ağaç kesilmekte, dağlar-tepeler dümdüz edilmekte, yüz binlerce ton dinamit kullanılmakta, milyonlarca ton fosil yakıt kullanan dev iş makineleri kullanılmakta, bölgenin havası ve suyu zehirlenmekte ve özetle tam bir ekokırım yaşanmaktadır. “Altın Ölüm” kitabımızda işte önce bu süreci bütün detaylarıyla anlatmaya çalıştık. Türkiye’nin dağlarının, ormanlarının, yaylalarının ve meralarının nasıl yok edildiğini; köylerinin nasıl haritadan silindiğini; sularının nasıl zehirlendiğini uzun uzun anlattık. Örneklerle, tanıklarla, somut olaylarla anlattık. Bütün bu işlemler sonucunda da bir avuç gözü dönmüş insan ceplerini doldururken gerçekte ülkenin hiçbir şey kazanmadığını anlatmaya çalıştık. İşte bunu sorguluyor ve yanıtlar vermeye çalışıyoruz. Yani şunu söylemek istiyorum. Bugünlerde gün geçmiyor ki, Türkiye’nin her bölgesinden vatandaşlarımızın çığlıklarını duyuyoruz. Bir gün Afyon’un yörükleri bağırıyor, ertesi gün Erbaa’nın köylüleri. Bir bakıyorsun Fatsa’daki vatandaşlar haykırıyor, ertesi gün Madra dağının yamacındaki köylerdeki vatandaşlar. Munzur dağlarında, Toroslar’da, Kaz Dağları’nda, Artvin dağlarında, Sandras Dağı’nda Türkiye’nin hemen her köşesinde vatandaşlar çığlık çığlığa haykırıyor: “Köylerimize dokunmayın! Dağlarımıza-ormanlarımıza kıymayın! Sularımızı zehirlemeyin!”

-Peki nasıl oldu? Türkiye bu noktaya nasıl geldi?

1980’li yıllara, Neoliberal rüzgarların estiği Turgut Özal’lı yıllara kadar uzanıyor. Yani her şeyin özelleştirildiği, kamunun “tu-kaka” haline getirildiği dönemlerde; 1987 yılında önce madencilik kanunu değiştirildi. Türkiye’de özel madenciliğin, kartel madenciliğinin önü açıldı. Bunu millete, “Yenilik, gelişme, modernleşme” diye anlattılar. Tabii önemli radikal değişikliklerin sonuçlarını bir iki yılda hemen göremezsin, sonuçları 10-20 yılda ortaya çıkar. Önce Türkiye’nin çok değerli madencilik kurumları iğdiş edildi. MTA gibi kurumlar işlevsiz hale getirildi. Buralarda çalışan üst düzey yetkililer büyük paralarla özel şirketlerin ve kartellerin hizmetine girdi. Sonra da Türkiye’nin yağmalanması süreci başladı. İzmir-Bergama-Ovacık’ta Türkiye’nin ilk altın madeninin açılması sırasında büyük olaylar yaşandı. Köylüler haklı olarak topraklarını, köylerine, sularına sahip çıktılar. Unutulmaz gösteriler yaptılar. Ama neoliberal düzenin acımasız çarkları kararlıydı. Düzmece raporlar, abartılı tahminler ve çarpıtılmış rakamlar açıkladılar. Bugün olduğu gibi masallar anlattılar. 2001 ekonomik krizinin pençesindeki Türkiye’nin yüz milyarlarca doları olacağını, cari açığın azalacağını anlattılar. Alçakça yapılan suçlamalarla, topraklarını savunan köylüler, “Alman ajanı” ilan edildi ve ilk siyanürlü maden 2001 yılında Bergama-Ovacık’ta açıldı. Yani Sarı Öküz’ün verildiği yerdir orası.

Aradan 20 yıl geçti. Bugün Türkiye’de 19 siyanürlü altın madeni var. 19’u da yolda açılmayı bekliyor. Peki ne oldu? 2019 yılında koronavirüs salgını patlak verdiğinde ülkeyi yönetenlerin yaptıkları ilk iş millete “iban” numarası vermek oldu. Yani milletten para dilendiler. Nerede yüz milyarlarca dolarlarınız? Nerede çil çil altınlarınız? Evet o çil çil altınlar ve milyar dolarlar birilerinin ceplerine aktı ama devletin kasasına değil. Devlete, vatandaşa kalansa param parça edilmiş dağları, yerle bir edilmiş ormanları, zehirlenmiş toprakları ve sularıdır.

-Köylüler, vatandaşlar böylesine tepki gösterirken nasıl oluyor da bu kararlar alınıyor?

İşte “Altın Girdap” kitabımız bu soruların yanıtlarını vermek amacıyla yazıldı. Mesela bir bölgede belediye başkanları çok önemli konuma sahiptir. Yani siz bir ilde veya ilçede belediye başkanlarının rızası olmadan kolay kolay bir şey yapamazsınız. Yapsanız da o başkan elindeki yetkileri kullanarak sizi orada rahat bırakmaz. Çünkü adına altın madenciliği veya genel olarak madencilik denilen sistem tam bir doğa düşmanı sistemdir. O bölgede ağaçları, toprakları, havayı ve suları zehirlemektedir. Bir belediye başkanı da bu saydığım unsurların korunmasından sorumludur. İşte o nedenle Kazdağları’nda Türkiye’yi ayağa kaldıran Kanadalı Alamos Gold istediği sonuca ulaşamadı. Çanakkale Belediyesi, Alamos Gold’la işbirliği yapsaydı; direnen ve madene karşı mücadele veren vatandaşlarımızı desteklemeseydi Alamos Gold bugün o bölgede çalışıyor olabilirdi. Şuraya gelmek istiyorum. Bugün Ordu-Fatsa’da 6 yıldır faaliyet gösteren bir başka altın madeni var. Bir bakıyoruz ki madenin sahipleriyle, eski Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı arasında yakın ilişkiler kurulmuş. Sıcak dostluklar gelişmiş. Hatta bu dostluklara ve ilişkilere bir yerde TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un da dahil olduğunu görüyoruz. Aşağı yukarı Türkiye’nin her bölgesinde at koşturan ve adına maden denilen yağma ve talan merkezlerinin siyasetle bir türlü ilişkisi var.

AKP döneminde 2004 yılında madencilik yasasında yapılan değişikler Türkiye’nin dönüm noktasıdır, kırılma noktasıdır. Bu tarihte yapılan değişikliklerle Türkiye’nin istisnasız bütün dağları, ormanları, meraları, yaylaları, köyleri her yeri ama her yeri madenciliğin hizmetine verilmiştir. Türkiye akıl almaz bir dönem yaşıyor. Artık konu sadece altın madenleri veya gümüş, nikel madenleri değildir. Tamam bu türden madenler doğaya çok büyük tahribat yapıyor. Ama bugün Türkiye’de artık mermer ocakları, taş ocakları da en az altın madenleri kadar doğaya zarar vermeye başlamıştır. Bugün kömürlü termik santraller bulundukları bölgede ölüm merkezlerine dönüşmüş durumda. Hem de nerede? Bacasız sanayi dediğimiz, en önemli ve en popüler turizm merkezlerimizin dibinde. Bu bir akıl tutulması değilse ihanettir. Bu bir bilgisizlik ve cahillik değilse alçaklıktır. Türkiye göz göre göre uçurumdan aşağı itekleniyor.

Bir ülke düşünün madenciliğe yasak hiçbir bölgesi yok. Olabilir mi böyle bir şey? Böyle bir ülke ayakta kalabilir mi arkadaşlar? Türkiye’nin en yaşamsal tarım alanlarında, su kaynaklarının dibinde adına madencilik denilen bir yağma-talan sistemi kurulmuş durumda. Ve bu artarak devam ediyor. Türkiye bir maden ülkesi olacakmış. Kazdağları’nın yüzde 79’unun maden bölgesi ilan edilen bir dönemde yaşıyoruz. Yeşil Ordu’nun yüzde 74’ünün maden bölgesi ilan edildiği bir Türkiye’de yaşıyoruz. Fırat’ın kıyısına adına “pasa” denilen milyonlarca ton zehirli atık dağları yığılıyor. Milyonlarca ton zehirli atık barajları ırmaklarımızın, tarım alanlarımızın kıyısına inşa ediliyor.

-Dünya ve Türkiye’de bir de küresel iklim krizi denilen bir kâbus yaşanıyor? Yani tam tersinin yapılması gerekmiyor mu?

İşte bizim de anlatmaya çalıştığım tam da bu. Bütün dünyada bilim insanları yıllardır bas bas, “Tarım topraklarınızı, ormanlarınızı, su kaynaklarını koruyun” diye bağırıyor. Neden? Çünkü küresel iklim krizi dünyada kuraklığa neden olacak? Birçok bölge yaşanmaz hale gelecek. Yani tarım toprakları, ormanlar, su kaynakları yaşamsal. Biz ne yapıyoruz ülkemizde nerede ormanlarımız var, nerede tarım alanlarımız var ve su kaynaklarımız var, “madencilik yapıyoruz” diyerek paramparça ediyoruz. Onunla da kalmıyor bir de dünyanın en zehirli kimyasallarıyla zehirliyoruz. Bu bir akıl tutulması değilse bunun adı ülkeye ihanettir.

-Aslında anlattığınız şeyler sadece altın madenciliğiyle ilgili değil sanırım…

Elbette ben de şimdi tam da onu ifade edecektim. Biz Fatsa’daki siyanürlü altın madeninden yola çıktık ve tüm Türkiye’deki fotoğrafı göstermeye çalıştık. Bugün de artık bu işin sadece altın madenleriyle de sınırlı olmadığını ve yıkımın ve ekokırımın boyutlarının çok daha büyük olduğu anlaşılmaktadır. Tamam altın madenlerinde yıkımın boyutları çok büyük ama nikel madenleri ve gümüş madenleri de en az altın madenleri kadar doğal yıkıma neden olmaktadır. Her köşe başına açılan mermer ocakları, taş ocakları bugün altın madenleriyle yarışmaktadır. Bakınız Muğla’da bulunan üç adet kömürlü termik santral Muğla’yı cehenneme çevirmektedir. Muğla bizim turizm cennetimiz. Her yıl milyonlarca turisti ağırladığımız ve onları beslediğimiz bir bölge burası. Deniz kıyısında turistleri ağırlarken arka tarafta dağları paramparça edip, ovaları deşip, sonra da kömürün zehrini ortama salamazsınız. İnsanlar sizin doğa katliamınızı görmek için gelmez. İnsanlar sizin ekokırımlarınızı yaşamak için ülkenize adım atmaz. Turizm demek, tatil demek baktığın her yerin huzur vermesi demektir. Turizm sadece beş yıldızlı otellerle sınırlı olamaz. Ülkene çağırdığın o turistler jiplere atlayıp, araçlarına binip çevreyi gezmeye çıkıyorlar. Ne göstereceksin onlara? Milas’ın, Yatağan’ın dağlarını nasıl dümdüz ettiğini mi? O güzelim zeytin bahçelerini nasıl cehenneme çevirdiğini mi? Küresel iklim krizinin en büyük nedenlerinden birisi olarak gösterilen kömürlü termik santraller için neden hala ısrar ediliyor. Milas’ın Akbelen Ormanı’nı korumak için aylardır köylüler, çevreciler bir mücadele içinde. Bunları artık görmemiz gerekiyor. Orada yok olan Akbelen Ormanı sadece Milaslılara değil tüm Türkiye’nin ve hatta tüm dünyanın canlılarına ait.

-Evet, Altın Girdap’ta detaylar çok çarpıcı. Son olarak ne olmalı, ne yapmalı?

Yapılacak şey çok basit. Acilen yasalarda değişiklik yapılarak 2004 öncesine dönülmelidir. Yani Türkiye’de madenciliğe yasaklı alanlar ilan edilmelidir. Milletin köyleri, ormanları, dağları, meraları, yaylaları ve en önemlisi de su kaynakları koruma altına alınmalıdır. Düşünebiliyor musunuz, Nurol Holding’in Lapseki’nin tepesinde Kestanelik adı verilen bölgede kurduğu siyanürlü altın madeni, Şahinli ve Kocabaşlar köylerini besleyen su kaynaklarının tam üstüne inşa edildi. Aslında bölge devlet tarafından “koruma alanı” ilan edilmişti. Ancak Nurol’un maden şirketi TÜMAD, pınarlardaki suyun, yani bu iki köyü besleyen su kaynaklarının “yüksek arsenik” içerdiğini keşfetti. Yani yüzlerce yıldır yöre insanları tarafından kullanılan ve devletin koruma altına aldığı bu su kaynaklarının içme suyu olarak “uygun olmadığını” söyledi. Bunun üzerine Çanakkale Valiliği Şubat 2016’da Kestanelik tepesiyle ilgili bulunan “koruma alanı” statüsünü kaldırdı ve bölgeyi “siyanürlenme alanı” ilan etti. Ülkenin birçok bölgesinde buna benzer hikayeler yaşanıyor. Acilen ama acilen koruma kararları geri getirilmelidir. Madencilik devlet tekeline alınmalıdır. Ne diyordu Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel: “Rezervimiz ister çok, ister az olsun. Ürettiğimiz madenleri kendi sanayimize hammadde olarak kullanamıyorsak, ham ya da yarı mamul madde olarak ihraç ediyorsak yanlış yapıyoruz demektir. Biz buna sömürge madenciliği diyoruz.” Evet bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur. Türkiye’de milletin gözünden gerçekler saklanarak sömürge madenciliği yapılmaktadır. Türkiye’nin dağları, taşları ton-ton, blok-blok sağa sola satılmaktadır. Sattıkları dağlar binlerce köylümüzün yaşam kaynağıdır.

━ diğer haberler

Memurlar.net’e kayyum atandı!

Her gün milyonlarca kamu personelinin ziyaret ettiği memurlar.net isimli internet sitesine, iki ortak arasındaki anlaşmazlık ve şirket hesaplarıyla ilgili usulsüzlük iddiaları nedeniyle kayyum atandı. Ankara...

MEB’nı Özer’e Dersim’de öğrencilere ajanlaştırma baskıları soruldu

Munzur Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler İnsan Hakları Derneği Dersim Şubesi’nde kolluk güçlerinin ajanlık dayatmalarına karşı basın açıklaması yaparak aşağılayıcı ve onur kırıcı uygulamaların sonlandırılmasını istediler. HDP Tunceli Milletvekili Alican Önlü konuyu Meclis gündemine taşıyarak, Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer'e sordu.

Gazeteci Candemir’e Müzeyyen Senar davası:

"6-7 Eylül olaylarında Muzeyyen Senar vardı" diyen Gazeteci Oktay Candemir hakkında "Şahsın Aziz hatırasına hakaret" suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. Candemir, soruşturma kapsamında emniyette ifade verdi.

10 Ekim’de katledilenler anıldı

Ankara Gar Katliamı’nda yaşamını yitiren 104 kişi için yapılan anmada, “İsyanımızı ve öfkemizi büyüterek burada olacağız” mesajı verildi.

6 yaşında ‘evlendirilen’ H.K.G.’nin ifadesi çıktı

6 yaşında 'evlendirilen'.' ifadesinde, "Çocukların evlenmesi normal sanıyordum; Wattpad'den tanıştığım bir abla, 'devlet seni korur' dedi, kaçtım" dediği ortaya çıktı. H.K.G evlendirildiği kişi ile ilgili de şunları söyledi: "Kadir İstekli, evlendiğimizi söyledi, 'bu oyun kimseye söylenmez' dedi"