14.2 C
Ankara

Çeyrek asır sonra bir kültürün devamı: ‘Anneannemin İzleri’

-

PAYLAŞ:

Merve Büyüktaş

Göçler, savaşlar, yoksulluk, evlat kayıpları… Aynı dönemde yaşamış on farklı kadının hikayesini anlatan “Anneannemin İzleri” kitabı, aynı yüksek lisans programından mezun olan on kişinin bir araya gelerek yazdığı bir devam kitabı. medyaport için kitabın yazarlarından Münevver’in torunu Elif Gürpınar ve Şükriye’nin torunu Tolga Ulusoy ile “Anneannemin İzleri” kitabı üzerine konuştuk.

Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı öğrencileri ve hocalarının çıkardığı “Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar” kitabından 23 yıl sonra, bölümün yeni kuşak mezunları “Anneannemin İzleri” kitabı ile geçmişe bir selam göndererek, kendi anneannelerini anlatıyorlar. Kitabın yazarları; Gizem Doğan, Kasım Keskin, Özüm Dinçer, Atilla Barutçu, Sinan Ok, Elif Gürpınar, Özlem Boztaş, Berkay Erdoğan, Tolga Ulusoy ve Şenay Yılmaz.

“Bundan 20 yıl önce Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı öğrencisi olan bir grup genç kadın öğrenci ve iki hocaları Cebeci’de bir sınıfta buluşmuş, geçmişe yolculuk yaparak anneannelerin hikayelerini birbirlerini anlatıyorlardı. Saatlerce, günlerce, haftalarca sürdü bu yolculuk. O anda kendi geçmişlerinde gezinen bu kadınlar, aslında yirmi üç sene sonraki geleceklerine de ses verdiklerinden habersizlerdi.” Anneannemin İzleri kitabı ön sözünden.

Anneanne hikayelerini anlatma kültürünü devam ettirme kararını aldığınızda neler hissettiniz?

Tolga Ulusoy: Hepimizin evlere kapandığı, dünyanın işlemez hale geldiği pandemi döneminde arkadaşımız Gizem Doğan, ‘bu anneanne kitabının benzerini tekrar yazsak veya kendi anneannelerimizi anlatsak, bunu devam ettirsek nasıl olur?’ sorusunu bizimle paylaştı. Ben ve diğer bazı yazar arkadaşlarla iletişime geçti. Bu fikri ilk duyduğumda nasıl bir tepki vereceğimi bilemedim. Çünkü anneannemi çok seviyordum. 12 yıl beraber yaşadık, hayatım boyunca en çok sevdiğim insanların en başında geliyordu. Anneanneme bir gönül borcu hissettim. Yaşadıklarımızı, sevgimizi anlatmak için önemli bir an olduğunu hissettim. Bu, herkesle paylaşabileceğim bir şey olacaktı ve Gizem bunu anlattığında gerçekten çok heyecanlandım. Böylece kitaba hemen evet dedim.

Elif Gürpınar: Ben de Gizem’le birebir tanışmıyordum. Tolga sayesinde haberim oldu. En başta tam emin olamadım çünkü pandemi koşulları vardı. Ev ortamında her şey çok bunaltıcıydı. Bunu yazabilecek enerjiyi bulabilecek miyim diye tereddüt ettim. Ben 14 yaşındayken öldü anneannem ve onu hatırlamakta ve en iyi şekilde anlatmakta başarılı olabilir miyim, emin olamadım. Hatta anneanneme haksızlık ediyor muyum, unuttuğum şeyler var mı, yanlış ifade ettiğim şeyler olur mu diye çok çekindim. Huzursuz olduğum anlar da oldu, acaba hiç yazmasam mı, yazmamı ister miydi diye kendimi sorguladığım anlar da. Onun yaşadığı dönemlere gidebilecek miyim mesela? Anneannem Samsun’da yaşıyordu, ben Ankara’da yaşıyorum. Onun yaşadığı eve gidebilme imkanım olsaydı, eşyalarını, evini tekrar görebilseydim belki onu daha farklı anlatabilirdim. Ama sonra dedim ki ben anneannemi değil, anneannemin ben de bıraktıklarını anlatıyorum. Ben aslında kendimi anlatıyorum. Böylece ben de evet dedim ve sürecimiz başladı.

Yazarlar nasıl bir araya geldi, nasıl yola çıktınız?

Tolga Ulusoy: Burada vurgulamamız gereken tabii ki Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı olmalı. 23 yıl önce burada olan öğrencilerin çalışmaları, bugün onlardan çeyrek asır sonraki öğrencilerin devam ettirdiği ve belki de ettirmeye devam edeceği bir geleneği ortaya çıkardı.

Elif Gürpınar: Kadın Çalışmaları dalının aslında sıradan bir yüksek lisans programı olmadığını belirleyen de bir şey bu kitap. Çünkü bu kitaplar bizim bir ödev, bir araştırma için yaptığımız şeyler değil. Farklı bir duygudaşlık üzerinden kurulan bir bağ var. Özellikle kadınlar arası bilgi ve deneyim aktarımı üzerinden. Bu aktarım şu an da kuşaklararası aktarıma da dönüştü. Yıllar önce hocalarımızın yaptığı bir çalışmayı, 2021 yılında pandemi koşullarında ortaya koyabildik. Pandemi kısıtlamaları sebebiyle kitap yazım süreci sadece online olarak gerçekleşti. Yazar arkadaşlar olarak biz hala bir araya gelemedik, yüz yüze tanışamadık. Aslında birbirini bu kadar sınırlı tanıyan kişiler toplantılarda kimi zaman eğlenerek, kimi zaman kendilerine dair en özel anılarını anlatarak, kimi zaman ağlayarak kendi duygularını paylaştı. Bence ortaya çıkan bu kitap kadar, deneyim paylaşımı da bizim için önemli ve geliştiriciydi. Önce ilk yazılan kitabı okuduk. Oradaki hikayeleri aramızda paylaştık ve haftada iki kez online olarak bir araya gelerek birbirimize sunum yaptık. Oradaki hikayeler ve konuştuklarımız bize nasıl ilerleyeceğimiz konusunda bir yol çizmiş oldu.

Tolga Ulusoy: İlk okumaya başladığımızda bir kişinin bir hikayeyi üzerine almasını istedik çünkü bu sayede o kişi nelere dikkat ediyor, neleri daha çok ön plana çıkarıyor onu da görmüş olacaktık. Sonra hep birlikte bunu yorumladık ve nasıl olması gerekir diye bunun üzerine kafa yorduk. Hep beraber konuşalım ve fikir üretelim istedik aslında. İlk kitabın bazı yazarlarını da aramızda düzenlediğimiz atölyelere davet ettik ve onlar sonrasında da bize yardımcı oldular. Fakat yazma sürecinin nasıl olacağı hala bir soru işaretiydi kafamızda. Çünkü her yazar farklı bir akademik disiplinden geliyor. Mesela ben bir sosyal bilimciyim. Bu da atölyeler devam ettikçe beni biraz korkutmaya başladı çünkü hikaye yazmak kolay bir iş değil. Yazmak için yapabileceğim en basit şey anneannemi tanıyan kişilerle konuşmak, bir araya gelmekti. Pandeminin en yoğun zamanlarıydı ve bu da pek mümkün olmadı.

Herkes anneannesini farklı bir tarzla anlatmış. Bu özellikle tercih ettiğiniz bir şey miydi, yazarken kurallar koydunuz mu?

Elif Gürpınar: Aslında biz yazma durumu üzerine epeyce konuştuk ve toplantılar yaptık. Herkesin yazma deneyimi de oldukça kısıtlıydı, özellikle öykü türü ya da anı türünde. Aslında çok zorlandık. Kitaba dair atölyelerimiz bittikten sonra herkesin kendi anneannesini anlattığı atölyeler yapmaya başladık. Bu sırada neyin nasıl yazılacağı da şekillenmeye başlamıştı. Anneannesinin gözünden yaşananları anlatan da oldu, benim gibi zihninde anneannesinden kalanları anlatan da. Bu oturumlar hemen hemen belirlemişti kuralları diyebiliriz. Kendi anneannelerimizi anlatmayı da bitirdik ve son aşama olan yazma kısmına geldik. Herkes birbirine soruyor yazmaya başladın mı diye, kimse yazamıyor. Baktık böyle olmayacak, online toplantımızı açtık yine bir gün, herkesin kamerası açık, iki saat boyunca kimse yerinden kalkmadan hikayesini yazmaya başlayacak dedik. Yazım aşaması da yine kolektif bir şekilde oldu yani. Pandemiye rağmen hep bir aradaymış gibi olduk. Yazarken bir tarz, üslup belirlemedik, sınırlar koymadık. Sadece hikaye uzunlukları dengeli şekilde olsun istedik.

Tolga Ulusoy: Farklı yetenekte, disiplinde, deneyimde insanlar olduğumuz için aynı şekilde yazmamız çok zor olurdu. Mesela Gizem edebi yazmada yetenekli, Kazım da öyle. Atilla’nın halihazırda bir öykü kitabı var. Bu yüzden onların edebi dille ve üslupla yazması daha kolaydı. Benim deneme gibi düzyazı gibi yazma deneyimlerim vardı. Hepimizin yazmaya çalıştığı o zamanlarda Eser Köker’in bir yazısı çıkmıştı, gündelik şeyleri yazmakla ilgili… Bu yazı etkileyiciydi çünkü ‘yazmak için çok büyük yazar olmaya ya da hikayelere gerek yok’ diyordu. Yazıyı okumamın üzerinden iki yıl geçti tabi, tam olarak hatırlayamıyorum. Kısacası yazma eyleminin gündelik her şeyle ilgili olabileceğine dair bir içeriğe sahipti. Bendeki yazma mantığı bu yazıyla oturmuş oldu.

Tolga Bey, bize anneanneniz Şükriye’den bahseder misiniz?

Anneannem Bulgaristan göçmeni, 1925 yılında Bulgaristan’da doğmuş. Sonrasında dedemle de Bulgaristan’da evleniyor. Bizim aile anlatılarında anneannemin eski bir Osmanlı paşasının torunu. Hatta Türkiye’ye geldikten sonra bazı akrabaları Paşalar soyadını alıyor. O, nispeten doğup büyüdüğü yerde rahat, zengin ve tanınan bir ailenin kızı. Dedem de aynı yerde Bulgaristan’da Targovishte şehrinde. Romanya ile Bulgaristan sınırında bir şehir burası. Anneannemin söylediğine göre dedemin annesi, “Paşaların kızını ben oğluma alacağım” dermiş. Başta da dediğim gibi anneannem benim dünyada en sevdiğim belki iki kişiden biri. Benim çocukluğum onunla ve dedemle geçti. 1997’de kaybettik anneannemi. Anneannemi kaybetmek, benim için yitirilmiş bir çocukluk, bir cennet, en güzel zamanların kaybı gibi oldu. Çocukluğumun giden günleri ile alakalı düşünmeye başladım hikayemi yazarken.

Bir gün Ezginin Günlüğü’nün Eski Günler şarkısı çalıyordu, uzun süredir İzmir’e gidemiyordum. Artık o yaşanılan, hatıralarla dolu çocukluğumun evleri bile yoktu. O an o şarkı bana geçmişi, anneannemi ve çocukluğumu hatırlattı, oturup ağladım şarkıyla. Böylece anneannemi düşünmeye başladım. İlk aklıma gelen anneannemin benim üzerimdeki izlenimleri oldu. Benim zihnimde, benim yaşantımda, dünyaya bakışımda bıraktığı izlerin peşine düşmeye başladım. Annemle konuştum, sonrasında ağabeyimle. Uzun konuşmalar sonucunda bir baktım ki ben aslında anneannemi hiç tanımıyormuşum. Bunu fark etme anım benim için şok ediciydi. Belki de en yakınımızda olan insanları en az tanırız. Çünkü onlar hakkında bilmemiz gereken çok fazla şey var diye düşünüyorum. Benim aklım yetmeye başladığında anneannem alzheimer hastasıydı. Geçmişe dair çok fazla şey anlatamıyordu, zaten hatırlayamıyordu.

O, çoğunlukla çok sessiz bir kadın olarak aklımda kalmış, belki de o yaşta bana bir şeyler anlatsa çok dikkatimi çekmezdi. O yüzden de anneannemin çocukluğu, gençliği, yaşamı ve yaşadıkları, Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçmesi, öncesi ve sonrasına dair hiçbir bilgim yok. Kısacası anneannemin yaşantısına dair en önemli dönüm noktalarını, neler yaşadığını ve hissettiğini bilmiyormuşum. Benim en çok merak ettiğim şey hikayemde de bahsettim gibi tarihsel olaylarda onlar nasıl düşünmüşler, bu olayların içinde nasıl yer almışlar? Maalesef şu an onlara bunları soramıyorum. İkinci Dünya Savaşı yaşadılar, Bulgaristan işgal edildi mesela, sonra Türkiye’ye geldiler… Sonrasında da zaten 1950’li yıllarla beraber Türkiye’ye Bulgaristan’dan çok fazla bir göç başlıyor. Bu göç dalgasından önce geliyor bizimkiler, sonrasında ise parça parça diğer akrabaları. Önce Edirne’ye sonra İzmir’e göçüyorlar. Anneannemin annesi de geliyor sonrasında İzmir’e. Benim annemin de kendi anneannesi ile arası çok iyi. Aynı avlu içerisinde yaşıyorlar hep birlikte. Belki de bizde böyle bir aile geleneği var, herkes anneannesini çok seviyor.

Elif Hanım, siz de anneanneniz Münevver’den bahseder misiniz?

Ben anneannemi düşündüğümde onu özdeşleştirdiğim şey hep ev oldu. Belki de bana bu kadar huzur vermesinin temelinde yatan şey de budur. Evinden çıkmayı sevmeyen, kimseye misafirliğe gidip kalmayı sevmeyen, kaldığında huzursuz olan, hastaneye bile zorunlu olmadıkça gitmek istemeyen bir kadın. Rahatsızlıkları olduğunda onu hastaneye götürürler diye durumunu çocuklarından saklamaya çalışan bir kadın. Anneannemi kendime çok benzetirim çünkü bu saydıklarım bende de olan şeyler. Hikayemi yazarken şunu düşündüm, aslında onu bu kadar sevmemin nedeni onun huylarını almamdan mı kaynaklı diye… Yoksa ben onunla bu kadar yakın duygularda olduğum için mi çok özdeşleştik? Anneannemi kime sorsanız size söyleyeceği birkaç kelimeden biri huzur olur. Bir kere bile sesini yükselttiğini duymamışımdır. Hiç azarladığını ya da kötü söz söylediğini hatırlamıyorum. Bu yüzden aklımda efsunlu, ermiş bir kadın gibi kaldı. Çok zor şeyler de yaşamış, hayatı hiç kolay olmamış, evlat acısı görmüş. Kardeşleri ile ilişkisinde de çok şefkatli. Bizim ailede özellikle anne tarafında sevgiyi göstermenin en doğru yolu yemek yedirmektir. Benim için de hala öyle. Çok güzel bir şey yediğimde, yaptığımda sevdiklerimle onu paylaşır, mutlaka yemesini isterim. Anneanneme gittiğimiz tatil günlerinde ev yemekle dolup taşardı. Kitapta bahsettiğim o Akpınar’da “altın kızlarla” birlikte geçen günler şöyle olurdu. Gece, sabah kahvaltıya ne yapsak? Kahvaltı yaparken, öğlen ne yesek? Öğlen, akşam ne yesek diye… Bu çiftlik evinde bizim için tatil bir lezzet şöleni olarak devam ederdi. Anneannem böyle bir kadındı.

Mutlu musunuz sonuçtan? İnsanların, özellikle ailenizin tepkileri nasıl oldu?

Elif Gürpınar: Ben sonuçtan çok mutluyum. Öncelikle böyle zorlu bir zamanda, böyle bir işe girişmek, böyle bir kitabın ortaya çıkmasını sağlamak, bunun bir girişim olarak kalmaması beni çok mutlu ediyor. Bütün aile gözyaşları sel olarak okudu kitabı. Memleketten arayanlar oldu. Ne güzel anlatmışsın Münevver Teyze’yi, ablayı diyenler, sayende tekrar andık diyenler oldu. Annem, “Seninle çok gurur duyuyorum” dedi, teyzem de öyle. Arkadaşlarımdan da çok güzel tepkiler aldım. Çevremizden gelen tepkileri birbirimizle paylaşıyoruz sürekli. Diğer yazar arkadaşların çevresindeki insanlar da gerçekten çok mutlu olmuş. Duygulananlar, kitabı baştan tekrar okuyanlar…

Her şeyden önce benim temel olarak çıktığım nokta şuydu kitabı yazarken. Bir evin bir odasında geçen bir hayatı, bir fotoğrafı geleceğe aktarmak. O yıllarda fotoğraflar bile sayılıdır, aslında geriye bıraktığı çok şey yokmuş büyüklerimizin diye hissederiz ya, doya doya hayatını yaşayamamış diye… İşte bu kitap sayesinde bir Münevver gelmiş geçmiş bu hayattan diyebildim. Yazmadan önceki kaygılarım şu an yok, şimdi diyorum ki iyi ki yazmışım. Belki çok fazla insan okuyacak, belki de sadece benim kütüphanem de kalacak bu kitap ama yine de orada bir yerde olacak Münevver.

Tolga Ulusoy: Çıkan sonuçtan ben de çok mutluyum ve memnunum. Onlar yaşadı, onlar var oldu ve şimdi elle tutulur bir anıları daha oldu. Ben özellikle fotoğrafların hikayelerde çok önemli bir yere sahip olduklarını düşünüyorum. Bu yüzden elimden geldiğince hikayemde fotoğrafları kullanmaya çalıştım. Fotoğrafların bizden sonrası için bir anlamı kalmayacaktı. O fotoğraftakiler kim bilinmeyecekti ve bir sahafta, bir kitapçıda kutularda bir sürü fotoğraf olur ya kimsesiz, öyle olacaklardı. Kullandığım fotoğraflarda kendi bildiklerimi, gördüklerimi yazmaya çalıştım. Elif’in de dediği gibi onları kalıcı hale getirdik. Çok fazla insana ulaşmayacak belki ama onları seven ve tanıyan insanların elinde olacak bu kitap. Ben daha aileme kitabı ulaştıramadım. Özellikle annem kitabı çok merak ediyor.

Biz bir kişinin hayatını anlatmadık sadece. O insanların yaşadığı bir sürü tarihsel dönem, süreç var. Onlar bir şekilde bunu yaşadılar ve içinde bulundular, deneyimlediler. İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadılar, göç etmek zorunda kaldılar. Biz de bunu anlatmaya çalıştık. Hemen hemen her hikayede bir evlat kaybı görüyoruz. Bu bile geçmişe dair bir veri aslında. Mesela benim anneannemin yetişkin bir çocuğu iş kazası sonucu ölmüş, Karabük Demir Çelik Fabrikası’nda. Dedemin arşivinde Mehmet dayımın cenazesine ait bir sürü fotoğraf var. Sonra araştırma yaparken bu kitap için Karabük Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü sitesine girdim. Mehmet Iskar yazdım. Bir baktım mezarlık çıktı karşıma, şok oldum. Gidip görme isteği doğdu içimde. Mezarlık fotoğrafının internete konulması da çok garip geldi tabi, ilginç bir deneyim yaşadım. Cenaze İzmir’e getirilememiş, anneannemde cenazeye gidememiş. Bu bile dönemin şartları açısından bir ipucu veriyor bize.

Anneannemin İzleri kitabını, Kitapyurdu üzerinden edinebilirsiniz.

━ diğer haberler

Memurlar.net’e kayyum atandı!

Her gün milyonlarca kamu personelinin ziyaret ettiği memurlar.net isimli internet sitesine, iki ortak arasındaki anlaşmazlık ve şirket hesaplarıyla ilgili usulsüzlük iddiaları nedeniyle kayyum atandı. Ankara...

MEB’nı Özer’e Dersim’de öğrencilere ajanlaştırma baskıları soruldu

Munzur Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler İnsan Hakları Derneği Dersim Şubesi’nde kolluk güçlerinin ajanlık dayatmalarına karşı basın açıklaması yaparak aşağılayıcı ve onur kırıcı uygulamaların sonlandırılmasını istediler. HDP Tunceli Milletvekili Alican Önlü konuyu Meclis gündemine taşıyarak, Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer'e sordu.

Gazeteci Candemir’e Müzeyyen Senar davası:

"6-7 Eylül olaylarında Muzeyyen Senar vardı" diyen Gazeteci Oktay Candemir hakkında "Şahsın Aziz hatırasına hakaret" suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. Candemir, soruşturma kapsamında emniyette ifade verdi.

10 Ekim’de katledilenler anıldı

Ankara Gar Katliamı’nda yaşamını yitiren 104 kişi için yapılan anmada, “İsyanımızı ve öfkemizi büyüterek burada olacağız” mesajı verildi.

6 yaşında ‘evlendirilen’ H.K.G.’nin ifadesi çıktı

6 yaşında 'evlendirilen'.' ifadesinde, "Çocukların evlenmesi normal sanıyordum; Wattpad'den tanıştığım bir abla, 'devlet seni korur' dedi, kaçtım" dediği ortaya çıktı. H.K.G evlendirildiği kişi ile ilgili de şunları söyledi: "Kadir İstekli, evlendiğimizi söyledi, 'bu oyun kimseye söylenmez' dedi"