15.1 C
Ankara

Prof. Dr. Ülkü Doğanay: Bizi üniversiteyi politize etmekle suçlayanlar, davaları politik davalara çevirdiler

-

PAYLAŞ:

Türkiye tarihinde bir ilk olarak Ankara Üniversitesi’nde profesöründen araştırma görevlisine kadar her kadrodan 100’e yakın akademisyen üniversiteden ihraç edildi. Akademisyenlerin yaklaşık 5 yıldır sürdürdükleri hukuk mücadelesinin ardından yerel mahkemelerin beraat kararı vermesine ve AYM’nin Barış Bildirisi’nin “ifade özgürlüğü” kapsamında olduğu kararına rağmen, OHAL Komisyonu, akademisyenlerin başvurularına ret kararları vermeye devam ediyor.

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ülkü Doğanay, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden (İLEF) 7 Şubat 2017’de 686 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edildi. Doğanay, yaşadığı maddi ve manevi yıkıma rağmen yalnız hissetmediklerini, sendika ve sivil toplum örgütlerinden komşularına kadar her kesimden destek gördüklerini ve bu dayanışmanın çok iyi geldiğini belirtiyor. “Bizi üniversiteyi politize etmekle suçlayanlar, davaları politik davalara çevirdiler” diyen Doğanay, “OHAL’le birlikte insan hakları programı gibi, kadın çalışmaları programının da çok sayıda hocası üniversite dışına atıldı, en ağır baskı gören alanlardan biri de toplumsal cinsiyet eşitliği alanı oldu. İhraçlar, üniversitelerde çok ağır bir tahribata yol açtı. Çok ciddi bir otosansür ve sansür var. Üniversitede şu anda sadece işe gidip işten gelen ve öğrenciyle ihbar edilmeden iletişim kurmaya çalışan insanlar var” ifadelerini kullanıyor.

Ankara Dayanışma Akademisi’nin ofisinde ziyaret ettiğimiz Doğanay, ihraç sürecini, sonrasında yaşadıklarını ve üniversitelerin şu anki durumunu Medyaport’a anlattı…

-İhraç sürecinde neler yaşandı?

Süreç, aslında ihraçlarla değil, Barış Bildirisi’ni imzalamamızla başladı. Yani Ocak 2016’da çalıştığımız kurum Ankara Üniversitesi ilk soruşturma açanlardan oldu, 15 gün içinde bize soruşturma tebliğleri ulaştı, ifade verdik. O zamandan bunların Rektör’ün iktidarla kurmaya çalıştığı iyi ilişkinin bir aracı olarak kullanıldığını biliyorduk. Yoksa soruşturulacak bir şey yoktu, daha önce Ankara Üniversitesi’nin akademisyenleri kim bilir kaç bildiri imzalamışlardır; hatırlamıyorum bile, kaç tanedir, ne yazıyordu… Akademisyenler arasında bu tarz şeyler dolaşır. Mesela Can Dündar tutuklandığında basın özgürlüğüyle ilgili İletişim Fakültesi’nin neredeyse tamamının imzaladığı ve Fakültenin web sayfasında yayımladığı bir açıklama vardı. Aradan geçen birkaç yılda o kadar hızlı bir dönüşüm oldu ki, o zaman da aynı rektör görevdeydi, Erkan İbiş, adını da anmak lazım. Rektörlük seçiminde hocaların oyunu talep ederken sosyal demokrat, muhalif, Atatürkçü bir çizgideymiş gibi görünürken aradan geçen yıllar içinde inanılmaz bir dönüşüm yaşadı ya da zaten öyleydi de göstermiyor muydu ya da iktidarda kim varsa ona mı uyan bir karakterdeydi, onun tahlilini yapamam ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’la o dönem yaptığı görüşmeyi bize aktarırken Ankara Üniversitesi hocaları hakkında dosyalar olduğunu ve bunların Erdoğan’ın önünde olduğunu, Erdoğan’ın kendisine “Bunlara bir şey yap” dediğini söylüyordu. Dolayısıyla “bir şey yaptığı” biz olduk. Muhtemelen o dosyaların içi boştu zaten, ne olabilir ki bir üniversite hocası hakkındaki dosyada? Onun için iyi bir fırsat oldu. Ve bir sonraki yıl da Cumhurbaşkanı tarafından yeniden atanmasını sağladı. Yani yeniden atanmak için bir şey vermesi gerekiyordu, o da yaklaşık 100 akademisyen oldu.

‘100 KİŞİNİN ÜNİVERSİTE DIŞINA İTİLMESİ, KALANLARIN SESSİZLEŞMESİNE YOL AÇTI’

Üniversite tarihinde ve sanıyorum Türkiye tarihinde de 1402’likler çok konuşuluyor ama bu sayıları bulmamıştı. İlk kez bir üniversitenin profesöründen araştırma görevlisine kadar her kadrodan 100’e yakın akademisyeni üniversitenin dışına atıldı. Ne oldu? Evet, bizler politik görüş bakımından, dünya görüşü bakımından iktidara mesafeli olan insanlarız, bunu söylemek mümkün. Çeşitli politik görüşlere sahibiz, tek bir grup değiliz ama muhalif olduğumuzu söyleyebiliriz. Yani bir akademinin içinde muhalifseniz aslında bu sadece güncel politikaya karşı olmanız anlamına gelmiyor, eleştirel bilgi üretmeye istekli olduğunuz anlamına geliyor. Mesela benim alanım, siyaset bilimi. Demokrasi üzerine çalışıyorum. Dolayısıyla ben zaten alanımla ilgili çalışma yaptığımda ürettiğim bilginin iktidarın hoşuna gidip gitmeyeceğine bakmam. Böyle bir kaygıyla hareket ettiğimde, ürettiğim şey bilimsel bilgi olmaz.  İktidarla sıkı sıkıya örtüşen şeyler söylüyorsanız, aslında bilimsel anlamda ilerlemeye katkı sağlamıyorsunuz demektir. Ne olur peki? Kendi ilerlemenize katkı sağlarsınız, daha iyi, daha sağlam koltuklara geçebilirsiniz, birtakım fonlardan daha rahat yararlanabilirsiniz, birtakım görevlendirmeler size verilir. Yani bu fırsat, aynı zamanda eleştirel düşüncenin ve eleştirel bilgi üretiminin üniversitenin dışına itilme fırsatıydı. Koskoca Ankara Üniversitesi’nde eleştirel düşünen sadece 100 kişi değildik tabi ki ama 100 kişinin OHAL şartlarını fırsat bilerek bir anda üniversitenin dışına itilmesi, geride kalanların da sessizleşmesine yol açtı.

‘2016 OCAK AYINDAN SONRA YURT DIŞINA ÇIKAMADIK’

-Engellenen haklarınızdan, yaşanan hukuksuzluklardan bahsedebilir misiniz?

İlk başta yurt dışına çıkışlarda Rektörlüğün izni gerekiyordu, o izni alamadık. 2016 Ocak ayından sonra yurt dışına çıkamadık. Benim mesela yurt dışına çıkış için bir başvurum uçuşumdan iki gün önce cevaplandı. O tarihe kadar biletinizi almak zorundasınız, birtakım rezervasyonlar yaptırmak zorundasınız, katılacağınız konferansın yönetimine bildirmek zorundasınız geliyorum ya da gelmiyorum diye. En başta yurt dışına çıkışımıza izin verilmedi. Fonlardan yararlanamadık. Benim devam eden bir projem vardı, TUBİTAK projesi, hatta sonuç raporunu ihraç edilmeden önceki Aralık ayında teslim etmiştim. İhraç edilene kadar sonuçlandırılmadı o rapor. Normalde bir komite değerlendirecek, onaylayacak, sonra proje kapanacak, ödemeniz yapılacak. Ben ihraç edilene kadar geçen sürede o yapılmadı, sonra da ihraç gerekçe gösterilerek yürürlükten kaldırıldı. Üstelik o projede üniversitede çalışmaya devam eden iki meslektaşım da vardı. Benim üzerimden onların da hakları gasp edildi. Bunun dışında bütün o süreç içinde yeni proje başvurularımız, araştırma desteklerine yönelik taleplerimiz, görevlendirme taleplerimiz kabul edilmedi. Yani ihraca kadar geçen bir yıllık süre bir tür mobbing’le de geçmiş aslında. Bölümün birkaç profesöründen biriydim ama hiçbir jüride görev alamadım. Doktora yeterlilik jürilerine yazılmadım, tez jürilerinde görevlendirilmedim. Bir şekilde insanların da geri durduğunu fark ediyorsunuz. Önceden çok iyi davranan fakülte personelinin dahi size mesafeli davrandığını ve bir süre sonra da “Gidecek” gözüyle baktıklarını görüyorsunuz. Sonra da ihraç geldi, bekliyorduk aslında.

‘İMZASININ ARKASINDA DURANLAR HEP ÜRETEREK BİR YERE GELMİŞ İNSANLAR’

2017 yazıydı, ihraçtan sonra Fransa’da bir üniversiteden bir burs almıştım. Ama pasaportum olmadığı için gidemedim. Bir yıl boyunca tuttular o pozisyonu ama ne kadar tutabilirler… Tek yolu kaçak gitmekti; hem bir kaçak gibi gitmek istemedim, bir suç işlemedim ki kaçayım hem de çocuklarım var, çocuklarımla o yollara nasıl düşeyim? 2020 yılının Mart ayına kadar pasaportum yoktu. Pasaportumu aldıktan bir hafta sonra pandemi ortaya çıktı, hala da yurt dışına çıkamadım, zaten bir burs olmadan gitmek çok zor. Ayrıca üniversitedeyken bir ağın içindeydik, yurt içinde de yurt dışında da konferanslar vs. pek çok yere davet ediliyorduk. Üniversitenin de fonları vardı. Yani sadece kurumsal olarak üniversitenin dışına atılmadık, bunların da dışına atılmış olduk. Yurt dışı ağlar da üniversitedeki konumunuzla ilgili oluyor. Gitmemeye başladığınızda, gidemediğinizde artık o ağın içinde olmuyorsunuz. Yani her ne kadar akademinin dışına atılmadık desek de aslında atıldık. Ben şanslıyım, dediğim gibi yaş ve konum olarak daha güvenceli bir yerdeydim dışarıda kaldığımda. Yine yayın yaptım, herhalde üniversitedeyken ne kadar üretiyorsam şimdi de o kadar üretiyoruz. Bir kitap yayımladım, bir sürü makale yazdım. Bunları yapabildim ama önceden işiniz buydu. Oysaki şimdi hayatınızı kazanmak için başka bir iş yapmak zorundasınız ve o işten kalan zamanda, yani kendiniz için ayırmanız, dinlenmek için kullanmanız gereken zamanda akademik üretim yapmak durumundasınız. Bu özellikle hayatını kazanmak zorunda olan pek çok genç arkadaşım için çok büyük bir engel haline dönüştü. Ve bu insanlar hep üreten kişiler. Bunu söylemek kolay değil ama imzasının arkasında duranlar hep üreterek bir yere gelmiş ve bundan sonra da üretebilecek insanlar oldu. Onlara üniversitedeki pozisyonları bir imtiyaz olarak, hazır verilmedi ve bu yüzden kaybetmemek için ödün verilecek bir şey gibi görünmedi. Özellikle ihraç edilen genç arkadaşlarıma baktığımda üniversitenin içinde olsalar her biri çok kıymetli katkılar sunabilecek kişiler. Doktorasını yeni bitirmiş olanlar vardı mesela, tam çok iyi dersler açılacakken, akademi kendini tazeleyecekken bir anda onlar dışarıda kaldı. Gerçekten çok yazık oldu.

‘KENDİMİ İŞE YARAMAZ, DEĞERSİZ HİSSETTİM’

-İhracın ardından hayatınızda neler değişti?

Bir anda çok iyi yaptığım bir işin dışında, bambaşka bir dünyada buldum kendimi ve o dünyada hiçbir şey yapmayı bilmeyen biri olarak görünüyordum. Ben akademideyken de sivil toplum örgütleriyle yakın ilişki içindeydim; aktivist ya da gönüllü olarak bir aidiyet kurmadım ama mesela Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nin eğitimlerine, atölyelerine eğitimci olarak katıldım, İnsan Hakları Ortak Platformu ile çalışmalar yaptım. Tamamen yabancı olduğum bir dünya değildi ama o anki uzmanlığımla sivil toplumun beklentileri arasında çok büyük bir uçurum var, vardı demeyeceğim, hala öyle. Daha sorun odaklı ve sorunlara pratik çözümler bekleyen dünya ile benim kafamdaki akademik problemler ve onların çözümleri arasında ciddi bir mesafe var. Sadece kendi adıma konuşmuyorum, özellikle bizim gibi sosyal bilimler alanlarında çalışan akademisyenler için bu ciddi bir problem. Ben çok severek Siyasal Düşünceler ve Rejimler dersi anlatıyordum, Türkiye Siyasal Hayatı dersi anlatıyordum. Bunların dışarıdaki dünyada hiçbir değeri yok. Seçimler üzerine çalıştım, seçim kampanyalarının analizini yaptım ama benim yaptığım daha akademik, siyasal söylemi irdeleyen çalışmalardı. Şimdi birisi seçim analizi isteyecek olsa muhtemelen bir araştırma şirketine yaptırır. Benim içinden yetiştiğim paradigmanın tamamen dışında bir şey bu. Dolayısıyla kendimi işe yaramaz hissettim. Benim için en önemli şey bu. Maddi bir yıkım da getirdi çünkü bir anda gelirinizden oluyorsunuz, onu yerine nasıl koyacağınızı bilmiyorsunuz, birikiminiz de olmadığı için… Bir akademisyenin birikimi ne olabilir ki? Benim bireysel emeklilik sigortam vardı, ilk aylarda onu bozdurdum. Sonraki yıl da eşimin bireysel emeklilik sigortasını bozdurduk çünkü başka türlü masrafları karşılamak mümkün değildi. Ama onun ötesinde gerçekten çok işe yaramaz hissettim kendimi. İşe yaramadığımı düşündüm çünkü o zamana kadar hep işe yaradığımı düşündüğüm alan, bütün hayatım üniversite olmuştu; öğrencilerim, derslerim, araştırmalarım, asistanlar, bütün dünyam orasıydı. Onun dışında kendimi ifade edebildiğim bir alan yoktu. Yoksa iki çocuğum var, fazlasıyla meşgul ediyorlar, ev, kediler… Kendinizi bunlara kaptırdığınız zaman zaten hiçbir şeye vaktiniz kalmıyor ama işte kendimi kaptırdığım bu işleri “iş” olarak görmediğim için aslında -çünkü bunlar zaten bütün işlerimin üzerine fazladan yaptığım işlerdi o zamana kadar- çok boşlukta hissettim kendimi, çok değersiz hissettim. Herhalde birçok arkadaşım da aynı duyguyu yaşamıştır.

‘YALNIZ DEĞİLDİK, BU DAYANIŞMA ÇOK İYİ GELDİ’

Maddi sorunları hepimiz aynı şekilde deneyimlemedik, sonuçta ben belli bir yaşa gelmiştim, eşimin geliri vardı, bazı şeylerden kısarak hayatımı idame ettirebilirdim ama çok daha genç ve başka hiçbir geliri olmayan arkadaşlarım da var, borcu olan, yeni çocuğu olan da vardı. O yüzden “Maddi sorunlar ne ki, onunla baş ettik, ederiz” diyemiyorum. Öyle değil tabii ki, çok önemli, çok belirleyici ama onun yanında bir de bir işe yaramama, kendini en iyi bildiğin şeyin neredeyse hiç değerinin olmadığı bir dünyanın içinde bulma… Yani bu değersizlik hissiyle baş etmek çok daha zor ama yalnız değildik. Bir yandan da OHAL koşullarında bile çok büyük bir dayanışma vardı. Bir yandan sayımız çoktu, birbirimizle de dayanıştık ama sendikamız Eğitim-Sen mesela maddi manevi inanılmaz bir destek sağladı. Onun dışında pek çok arayan, soran çok geniş bir çevreden insan yanımızdaydı. Benim komşularım mesela, apartmanda çok tanımadığım insanlar bile kapımı çalıp “Yanındayız” dediler. Bunlar çok önemli şeyler. Hem de açıkça hedef gösterilmişken. İhraç edildiğim gün fotoğrafım Sabah gazetesinin manşetine basılmıştı, oradan öğrenmişler. Ama sadece onlar öğrenmiyor, bakkal, köşedeki simitçi, herkes öğreniyor. Kendinizi tehdide de açık hissediyorsunuz. Buna rağmen bu dayanışma çok iyi geldi.

‘TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ ALANI, EN AĞIR BASKI GÖREN ALANLARDAN BİRİ’

-Şu an neler yapıyorsunuz, çalışmalarınızı nasıl, nerede sürdürüyorsunuz?

Ayrımcılığa Karşı Dersler diye bir ders veriyordum mesela, ihraçtan sonra onu bir seminer olarak, İnsan Hakları Ortak Platformu’nun desteğiyle Ankara Dayanışma Akademisi çatısı altında açtık, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şube salonunu verdi. Dayanışma Akademisi’ni kurduk, 2017 Ocak ayında Ankara Dayanışma Akademisi kurulmuştu ve çok yoğun bir ilgi vardı. Seminerlerimizi o zamanlar salonumuz olmadığı için Ankara’nın çeşitli yerlerinde açtık, cafeler, Mülkiyeliler Birliği’nin salonu, çeşitli meslek odaları bize salonunu açtı ve çok ilgi vardı. Bu bize çok iyi geldi. Sadece yalnız olmadığını hissettiğin için değil, aynı zamanda sadece üniversite öğrencileri için değil, başkaları için de kıymetli olduğunu gösterdiği için. Hala çok ilgi oluyor, pandemiden dolayı Ankara Dayanışma Akademisi olarak seminerleri çevrimiçi açıyoruz ama düzenli takip eden çok fazla kişi var. Yine ihraçların hemen ardından İnsan Hakları Okulu bir proje olarak çıktı, AB’den destek aldı. Ben de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde İnsan Hakları Yüksek Lisans programının hocalarından biriydim, İLEF’in yanında orada da ders veriyordum. Oranın hocalarının neredeyse tamamı ihraç edildi. O hocaları yeniden bir araya getiren ve derslerimizi seminer olarak sürdürmeyi amaçlayan bir projeydi, yine çok ilgi gördü, bu seminerleri online olarak açma imkanı bulduk. Yani bir yanıyla işimizi yapmaya devam ettiğimizi söyleyebilirim.

Şu anda Ankara Dayanışma Akademisi ile BirAraDa Derneği’nin birlikte yürüttüğü ve Avrupa Birliği’nin finansal olarak desteklediği bir projenin koordinatörüyüm. BirAraDa Derneği de İstanbul merkezli, ihraç edilen Barış Akademisyenlerini bir araya getiren bir dernek. Dayanışma Akademileri Ağı Aracılığıyla Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Geliştirme başlıklı bir projemiz var. Bu bir ağ oluşturma projesi: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dayanışma Ağı, kısaca AĞ-DA diyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışan akademisyenleri ve sivil toplum örgütlerini bir araya getiren bir ağ kurduk. OHAL’le birlikte insan hakları programı gibi, kadın çalışmaları programının da çok sayıda hocası üniversite dışına atıldı, en ağır baskı gören alanlardan biri de toplumsal cinsiyet eşitliği alanı oldu.

Bunlar benim için yeniden “işe yaradığımı” hissettiren şeyler ve bunların sayesinde benim kafamdaki paradigmalar da değişti. İçinde yaşadığım topluma bir katkı sağlamak, küçük de olsa bir dokunuşta bulunmak benim için çok önemli. Bunu sivil toplumla birlikte yapabilmeyi hedeflemek bizim açımızdan önemliydi, bizi de değiştiren, dönüştüren bir şeydi.

‘TAMAMEN POLİTİK SEBEPLERLE İHRAÇ EDİLDİK’

-AYM’nin kararına rağmen OHAL Komisyonu’nun başvurunuza ret kararı vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, beraat ettik, beklenen bir şeydi çünkü tutar yeri olmayan bir iddianameydi. AYM de olması gerekeni yaptı, üstelik Barış için Akademisyenler Bildirisi’nin ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu belirterek yaptı, bence çok kritik bir karardı ama yöneticilerin hukuka saygı duyduğu, mahkemelerin adaleti yerine getirmekle mükellef olduğu bir Türkiye’de yaşıyor olsaydık. Maalesef bu Türkiye’de değil. O zaman da bunu biliyorduk, ben şahsen AYM kararına rağmen geri dönüşler konusunda çok ümitli değildim, çünkü tamamen politik sebeplerle ihraç edildik. Dolayısıyla geri dönüşümüz de politik olacaktı. Bizi üniversiteyi politize etmekle suçlayanlar, bu davaları politik davalara çevirdiler. Çoktan kapanır giderdi, üzerinden 5 yıl geçti neredeyse hala bunu konuşuyoruz. İktidar bakımından taktik olarak çok yanlış, çok irrasyonel bir tutum ama şu an hiçbir şey rasyonel değil ki. Komisyon da kendinden beklendiği şekilde karar verdi. Neden şimdi verdi? Artık son kalan dosyalar bizimdi, 4. yılını dolduruyor Aralık sonunda. AİHM, bu komisyonu iç hukuk yolu olarak tanıdığı için biz bu kadar bekledik, 4 yıl oyaladı bizi. Burada AİHM’nin de hatası var. AİHM, iç hukuk yolu olarak tanıdığı OHAL Komisyonu’nun herhangi bir karar açıklamaması üzerine Türkiye’den savunma isteyince, herhalde savunmaya yazacak bir şey bulamadılar, ek süre de almışlardı, o da bugünlerde dolacaktır. Ek süre dolmadan komisyondan hepimiz için ret kararı çıkmış olacaktır diye tahmin ediyorum. Herhalde “İç hukuk işliyor, komisyon kararını açıkladı, şimdi mahkemeye gitmekte özgürler” diyecekler. 10 yıl da mahkemeler sürecek, yani bu iktidar devam edecek olsaydı, 10 yıl da mahkemeler sürerdi. Şimdi önümüzde çok uzun bir iç hukuk yolu var ya da AİHM, bunun da bir oyalama olduğunu görecek ve bir karar çıkaracak.

-Peki öyle bir karar çıkması halinde uygulanır mı?

Selahattin Demirtaş’ta, Osman Kavala’da AİHM kararlarını uygulamayanlar bizde de uygulamayacaklardır. Yani iktidar değişmeden hukuk yollarıyla bu sorunun çözüleceğini düşünmek bir siyaset bilimci olarak bana makul görünmüyor.

‘İHRAÇLAR, ÜNİVERSİTELERDE ÇOK AĞIR TAHRİBATA YOL AÇTI’

-Üniversitelerin şu anki durumu hakkında neler söylersiniz?

Biz İnsan Hakları Okulu ile bir araştırma yaptık. Araştırma sonuçlarına göre; ihraçlar, üniversitelerde çok ağır bir tahribata yol açtı. Çok ciddi bir otosansür var, özellikle genç akademisyenler sadece otosansür değil, sansürle de karşılaşıyorlar. Tez konularına müdahale ediliyor, tez başlıkları değiştiriliyor, içerikler değiştiriliyor. Hocaların artık derslerini yapamadıklarına, anlatamadıklarına dair sonuçlar var araştırmada. Şikayet edileceklerinden korkuyorlar. Müfettişlerin gelip derslerini dinlediklerinden endişe ediyorlar. Öğrencilerine güvenmiyorlar çünkü öğrenci o an kayıt alıyor olabilir ve söylediğiniz her şey aleyhinize kullanılabilir. Öğrencinizin sizi ihbar edeceğini düşünüyorsanız ders anlatamazsınız, yapılamaz o dersler, hele ki bizim gibi sosyal bilimler alanında çalışıyorsanız… Ayrıca üniversitede kalan ve bilimi eleştirel perspektiften yapma konusunda istekli olan akademisyenler de çok yalnızlaştılar ihraçlar sonucunda. Sivil toplum üniversiteye giremiyor. Üniversitelerde OHAL konuşulamadı, bugün de konuşulamıyordur. Dolayısıyla üniversitede sadece işe gidip işten gelen ve öğrenciyle ihbar edilmeden iletişim kurmaya çalışan insanlar var şu anda, öyle görünüyor.

ÜLKÜ DOĞANAY

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’de siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “Barış Bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. “Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek” isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı “Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler” ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı “Seçimlik Demokrasi” isimli kitapları yayımlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı 5 yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı “Teneke Kaplı İvan” isimli bir çocuk romanı da bulunuyor.

━ diğer haberler

Memurlar.net’e kayyum atandı!

Her gün milyonlarca kamu personelinin ziyaret ettiği memurlar.net isimli internet sitesine, iki ortak arasındaki anlaşmazlık ve şirket hesaplarıyla ilgili usulsüzlük iddiaları nedeniyle kayyum atandı. Ankara...

MEB’nı Özer’e Dersim’de öğrencilere ajanlaştırma baskıları soruldu

Munzur Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler İnsan Hakları Derneği Dersim Şubesi’nde kolluk güçlerinin ajanlık dayatmalarına karşı basın açıklaması yaparak aşağılayıcı ve onur kırıcı uygulamaların sonlandırılmasını istediler. HDP Tunceli Milletvekili Alican Önlü konuyu Meclis gündemine taşıyarak, Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer'e sordu.

Gazeteci Candemir’e Müzeyyen Senar davası:

"6-7 Eylül olaylarında Muzeyyen Senar vardı" diyen Gazeteci Oktay Candemir hakkında "Şahsın Aziz hatırasına hakaret" suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. Candemir, soruşturma kapsamında emniyette ifade verdi.

10 Ekim’de katledilenler anıldı

Ankara Gar Katliamı’nda yaşamını yitiren 104 kişi için yapılan anmada, “İsyanımızı ve öfkemizi büyüterek burada olacağız” mesajı verildi.

6 yaşında ‘evlendirilen’ H.K.G.’nin ifadesi çıktı

6 yaşında 'evlendirilen'.' ifadesinde, "Çocukların evlenmesi normal sanıyordum; Wattpad'den tanıştığım bir abla, 'devlet seni korur' dedi, kaçtım" dediği ortaya çıktı. H.K.G evlendirildiği kişi ile ilgili de şunları söyledi: "Kadir İstekli, evlendiğimizi söyledi, 'bu oyun kimseye söylenmez' dedi"