Kısa süre önce Netflix’te gösterilmeye başlanan “Beni Çok Sev”, yazının girişinde andığım “7. Koğuştaki Mucize”nin etkisinin izini sürme niyetinde belli ki. Bunda bir sorun yok. Nihayetinde bugün ana akımların ana akımı olarak tanımlayabiliriz bu dijital platformu ve bütün benzerleri gibi garantili alanlarda hareket etmek zorunda. Ama işin ilginç yanı, “Beni Çok Sev”i bana göre Netflix’in en iyi yerli filmi yapan şey, bu garantili alanların dışında hareket etmekte cesaretlendiği anların toplamı.
14 yıl önce bir cinayet işleyip cezaevine giren Musa, bebekken ayrılmak zorunda kaldığı artık genç bir kadın olmuş kızını görmek için izinli olarak çıkacaktır. Ona refakatle, emeklilik için gün sayan gardiyan Sedat görevlendirilir. Musa’nın eski karısının ölümünün ardından babaannesine emanet edilen Yonca da baba yokluğundan mustariptir. Musa’nın annesi Nebahat Alzheimer hastası olduğu için, komşusu Nuriye’nin desteğiyle hayatını sürdürmektedir. Nuriye de Musa’nın eski sevgilisidir aslında. Musa ve Sedat’ın bu iki günlük macerası ikisi için de sırların ortaya çıktığı, gerçeklerle acı bir şekilde yüzleşildiği bir maceraya dönüşür.
Öncelikle film, şimdilerde kentsel dönüşüm nedeniyle eski şöhretinden çok şey kaybetmiş olsa da Antalya’nın en kriminal bölgesi olarak kabul edilen Zeytinköy’de geçiyor. Musa bu mahalleden çıkmıştır. Mahalle her türlü suçun, ama özellikle de uyuşturucunun merkezlerinden birisidir. Bu tür anlatılardaki genel akış gereği Musa’nın husumeti olan elemanlar tabii ki güçlerini artırmış, mahalleliye hükmetmektedir. Hikaye kaçınılmaz bir biçimde kahramanımızla bu mafya elemanlarını yüz yüze getirir. Netflix anlatıları, içinde geçtiği ülkelere turistik olmadı folklorik bakmakta ısrar ediyor. İşte “Beni Çok Sev” bu ayrımın folklorik kısmında daha çok. Ama hakkını yemeyeyim. Öztekin, mahalleyi etkileyici bir biçimde resmediyor. İnsanların çaresizliğini, ortamın karanlığını gayet iyi aktarıyor görsel olarak. Bununla birlikte Musa’nın kızıyla olan hikayesine paralel Sedat’ınkini de yerleştirerek ikili bir anlatımı da inşa ediyor. Birinin imkansızlığından, diğerinin çaresizliğine ulaşmamızı sağlıyor. Ama aynı cömertliği Nuriye karakteri için inşa ettiğini söylemek zor. Karakterin işlevini anlasak bile, oldukça yüzeysel kalıyor ve diğer karakterlerin varlığını anlamlandırmanın ötesine geçemiyor maalesef.
En nihayetinde bir suç ve intikam hikayesi anlatıyor bize “Beni Çok Sev” ve bunu ‘ana akım sinema anlatısı’na bağlı kalarak gerçekleştirdiği sürece gayet de iyi işliyor her şey. Ancak ne var ki, filmin ‘ana akım yerli dizi’ anlatısına bağlantıyı yerlerin sayısı da hiç az değil. Genel ortalamaya hitap etmek için yapılan bu tercihler izlediğimiz şeyin bir film olduğunu unutturup ana akım televizyonda bir dizi izlediğimiz hissini uyandırıyor bu anlarda. Abartılı müzik kullanımları, yoğunlaştırılmış dramatik oyunculuklar, seyirciye şimdi burada ağlayacaksın diye buyuran sahneler sinema atmosferini dağıtıp yerini dizi estetiğine bırakıyor maalesef kimi zaman. Buna uzayıp giden sahneleri, bitemeyen bakışmaları, ölemeyen karakterleri eklediğimizde, ilk başta kurulan inandırıcılık hissi de zedelenmeye başlıyor.
“Beni Çok Sev”, Türkiye’de ana akım sinemanın tuzağına düşmekten kurtulamıyor maalesef. Yani televizyon vasatının seyirci ilgisi için gerek şart olduğu varsayımından kurtulamıyor. Kuşkusuz bunda doğruluk payı var. Ama bu vasatı da yine bu tür içeriklerin üreticileri (Farkındaysanız, dijital platformlarla birlikte dizi/ film yerine içerik denilmeye başlandı. Bu bile bir gösterge aslında) oluşturduğu için, kendi yarattıkları şey dönüp ayaklarına dolanıyor.
“Beni Çok Sev” tam sevecekken bize tuzak kurduğunu hissettiğimiz, güzel gidiyor diye düşündüğümüz anda numara yapmaya kalkan o yapımlardan. Sevmemize izin vermiyor bir türlü maalesef.