17.9 C
Ankara

Havlayan köpekler…

Paylaş:

Yılın filmlerinden birisi olmaya aday “The Power of the Dog” hakkında konuşmaya müziklerinden başlamalıyız belki de. Yalnızca Paul Thomas Anderson’ın 2007 tarihli başyapıtı “Kan Dökülecek” ile coğrafik ve tematik benzerliğinden ötürü değil. Radiohead’in efsanevi gitaristi Jonny Greenwood’ın ilerleyen yıllarda müziklerine imza attığı diğer Anderson filmleri “Usta”, “Gizli Kusur” ve “Phantom Thread”ın yanı sıra Lynne Ramsay imzalı “Hiçbir Zaman Burada Değildin” ve şu sıralarda salonlarda gösterimi devam eden Pablo Larraín imzalı “Spencer”de yarattığı tekinsiz hisler nedeniyle konuşmaya buradan başlayabiliriz. Çünkü bütün bu filmlerde müzik, karakterlerin iç huzursuzluğunu, yersiz yurtsuzluğunu, oldukları ile olmayı tercih ettikleri arasındaki uçurumu anlatmakta ana enstrümanlardan birisi.

Sinema kariyeri için aceleci davranmayan, yaşayan en büyük yönetmenlerden Jane Campion’ın 12 yıl önce izlediğimiz “Parlak Yıldız”dan sonra karşımıza çıkan ilk uzun metrajı “The Power of The Dog”. Yönetmenin Thomas Savage’ın 1967 tarihli aynı adlı adlı eserinden senaryoya aktardığı yapım, Venedik Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından sınırlı sayıda salonda kendisine yer bulmuştu. 1 Aralık’tan itibaren ise Türkiye’de Netflix platformunda yayınlanmaya başladı.

“The Power of the Dog”

“The Power of the Dog”, ‘Bağımsız Amerikan sineması’ takip edenler, sevenlerin aşina olduğu bir hisse sahip aslında. Tekinsiz coğrafyası ve ‘sert’ erkekleriyle iç ABD coğrafyasına dair birçok film izledik. Bu bakımdan akrabası bol bir filmle karşı karşıyayız. Film 1925 yılının Montana’sına davet ediyor seyirciyi. Phil ve George Burbank kardeşler aileden kalma çiftliklerinde kurulu düzenleriyle yaşayıp gitmektedir. Gegorge ne kadar kibar ve insan canlısı ise Phil de o kadar kaba ve yabanidir. Ama bu “farklılıklara rağmen bir arada yaşama” rüyası, Gegorge’nin kocası öldükten sonra yetişkin oğluyla birlikte yaşayan Rose ile evlenmesiyle dağılır. Phil, kimsenin (seyircinin de) anlam veremediği bir biçimde Rose ve ‘yumuşak’ bulduğu oğlu Peter’a düşmanlık besleyecektir. Ancak zaman, bu sert coğrafyayla uyumlu olmak zorunda olduğunu düşünen Phil’in üzerindeki kabuğun aslında bir ‘koruma’ kalkanı olduğunu gösterecektir.

Campion, romanda olduğu gibi filmi de bölümlere ayırarak zaman akışı sorununu basit bir biçimde çözüyor. 1925 yılında başladığımız hikaye nerede sona eriyor bilmiyoruz ama bir iki yıla yayılan bir süreç olduğu söylenebilir. Filme ‘adeta bir roman’ havası veren şey sadece bölümlere ayrılmış olması değil. Campion çok öngörülebilir bir hikayeyi karakterlerini derinleştirerek, birbirleriyle ilişkilerini katman katman açarak anlatmayı da başarıyor açıkçası. Rose’un kendisine ve oğluna dair tedirginliği, Peter’in “Her kuşun eti yenmez” dedirten bir noktaya doğru gidişi ve tabii ki Phil’in toksik erkeklik kabuğunu kazıyınca altından çıkanlar. Romanı bilmiyoruz tabii ama Campion hiçbir karakterine iltimas geçmiyor, acımıyor.

Filmi,  “bir roman gibi” olmaktan ayıran şey ise sinemanın görsel bir sanat olduğunu bize hatırlatması. Campion, yalnızca coğrafyanın olanaklarını değil, ev içlerini, ahırları, hayvanları da anlatının birer parçasına dönüştürmeyi başarıyor. İnsan dışındaki her şeyin doğal akışına uygun bir biçimde var olduğu bir coğrafyada, buna en fazla direnen kişinin gardını düşürüyor öte yandan. Onun doğasına itaat etmeye çalışıyor. Tam da bu noktada yönetmenin “Piyanist”ten bu yana aşına olduğumuz erotik gerilim inşa etme becerisine bir kez daha şapka çıkarıyoruz. Benedict Cumberbatch’ın Phil karakterinde bahsedildiği kadar etkileyici bir performans çıkardığını belirtelim. Ama kanımca filmin asıl öne çıkan ismi Peter’ı canlandıran genç oyuncu Kodi Smit-McPhee.

Campion, yarım asırdan önce yazılmış, yaklaşık bir asır öncesini anlatan bir romanı bugünün ilişkilerinin ortasına oturtmayı başarıyor. Üstelik erkeklik anlatısının en güçlü olduğu Western estetiğine ayak uydurarak. Yalnızca erkekliği bir görev gibi üzerine giyenlerin açmazlarını değil, etrafı adamlarla çevrili Rose’un çıkmazlarına da göstermekte oldukça mahir bir film “The Power of The Dog”.

Yılın en iyilerinden…

━ bu yazardan

Kutsalda açılan bir gedik: Obi-Wan Kenobi

“Obi-Wan Kenobi” dizisi için masa başına oturmadan önce “Star Wars” hayranlarının ne...

Korktuğunuz şeye dönebilirsiniz!

Toplumsal kırılma anları, korku sinemasının en sevdiği ortam. En azından öyleydi. Toplumsal...

Pek masum değil gibiler

Eskil Vogt, son olarak “Dünyanın En Kötü İnsanı” filmiyle adından söz ettiren...

Zorlama şeyler!

“Stranger Things”, Netflix’in küresel bir güç olmasında öne çıkan yapımlardan birisi. Şirket...

Ankara’da cadılar bayramı!

Her yıl kadın sinemacıların, onların ürettikleri filmlerin buluşma noktası olan Uçan Süpürge...

Vasatlıklar içinde…

Bu hafta sinema salonlarına uğrayan sekiz film arasından yazacak düzgün yapım bulmak...

Erşan Kuneri: Zaman ve mekan!

Cem Yılmaz’ın Netflix için çektiği dizisi “Erşan Kuneri”nin yedinci bölümünün sonlarında, Erşan...

Marvel evrenine Sam Raimi dokunuşu

Marvel filmleri bir ‘evren’e dönüşmezden önce, daha yolun başındayken kapıları açan isimlerden...

‘Kuzeyli’: Hangi zamanın gerçeği!

Henüz kırkına basmamış Robert Eggers, yakın geleceğin gözde yönetmeni olacak belli ki...

Bir skandalın otopsisi!

Netflix’te şu sıralarda çok popüler olan “Bir Skandalın Anatomisi” (Anatomy of a...

Aşure sever misiniz?

Sinema salonlarına meftun olanlar için, bahar ayları biraz sıkıntı demektir. Özellikle de...

O kadar da derin değil

Erotizm, cinsellik, kıskançlık vb. temaları ya da bunlar üzerine inşa edilmiş gerilim...

━ son bir haftada

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz