Sinema kariyeri için aceleci davranmayan, yaşayan en büyük yönetmenlerden Jane Campion’ın 12 yıl önce izlediğimiz “Parlak Yıldız”dan sonra karşımıza çıkan ilk uzun metrajı “The Power of The Dog”. Yönetmenin Thomas Savage’ın 1967 tarihli aynı adlı adlı eserinden senaryoya aktardığı yapım, Venedik Film Festivali’ndeki gösteriminin ardından sınırlı sayıda salonda kendisine yer bulmuştu. 1 Aralık’tan itibaren ise Türkiye’de Netflix platformunda yayınlanmaya başladı.
“The Power of the Dog”, ‘Bağımsız Amerikan sineması’ takip edenler, sevenlerin aşina olduğu bir hisse sahip aslında. Tekinsiz coğrafyası ve ‘sert’ erkekleriyle iç ABD coğrafyasına dair birçok film izledik. Bu bakımdan akrabası bol bir filmle karşı karşıyayız. Film 1925 yılının Montana’sına davet ediyor seyirciyi. Phil ve George Burbank kardeşler aileden kalma çiftliklerinde kurulu düzenleriyle yaşayıp gitmektedir. Gegorge ne kadar kibar ve insan canlısı ise Phil de o kadar kaba ve yabanidir. Ama bu “farklılıklara rağmen bir arada yaşama” rüyası, Gegorge’nin kocası öldükten sonra yetişkin oğluyla birlikte yaşayan Rose ile evlenmesiyle dağılır. Phil, kimsenin (seyircinin de) anlam veremediği bir biçimde Rose ve ‘yumuşak’ bulduğu oğlu Peter’a düşmanlık besleyecektir. Ancak zaman, bu sert coğrafyayla uyumlu olmak zorunda olduğunu düşünen Phil’in üzerindeki kabuğun aslında bir ‘koruma’ kalkanı olduğunu gösterecektir.
Campion, romanda olduğu gibi filmi de bölümlere ayırarak zaman akışı sorununu basit bir biçimde çözüyor. 1925 yılında başladığımız hikaye nerede sona eriyor bilmiyoruz ama bir iki yıla yayılan bir süreç olduğu söylenebilir. Filme ‘adeta bir roman’ havası veren şey sadece bölümlere ayrılmış olması değil. Campion çok öngörülebilir bir hikayeyi karakterlerini derinleştirerek, birbirleriyle ilişkilerini katman katman açarak anlatmayı da başarıyor açıkçası. Rose’un kendisine ve oğluna dair tedirginliği, Peter’in “Her kuşun eti yenmez” dedirten bir noktaya doğru gidişi ve tabii ki Phil’in toksik erkeklik kabuğunu kazıyınca altından çıkanlar. Romanı bilmiyoruz tabii ama Campion hiçbir karakterine iltimas geçmiyor, acımıyor.
Filmi, “bir roman gibi” olmaktan ayıran şey ise sinemanın görsel bir sanat olduğunu bize hatırlatması. Campion, yalnızca coğrafyanın olanaklarını değil, ev içlerini, ahırları, hayvanları da anlatının birer parçasına dönüştürmeyi başarıyor. İnsan dışındaki her şeyin doğal akışına uygun bir biçimde var olduğu bir coğrafyada, buna en fazla direnen kişinin gardını düşürüyor öte yandan. Onun doğasına itaat etmeye çalışıyor. Tam da bu noktada yönetmenin “Piyanist”ten bu yana aşına olduğumuz erotik gerilim inşa etme becerisine bir kez daha şapka çıkarıyoruz. Benedict Cumberbatch’ın Phil karakterinde bahsedildiği kadar etkileyici bir performans çıkardığını belirtelim. Ama kanımca filmin asıl öne çıkan ismi Peter’ı canlandıran genç oyuncu Kodi Smit-McPhee.
Campion, yarım asırdan önce yazılmış, yaklaşık bir asır öncesini anlatan bir romanı bugünün ilişkilerinin ortasına oturtmayı başarıyor. Üstelik erkeklik anlatısının en güçlü olduğu Western estetiğine ayak uydurarak. Yalnızca erkekliği bir görev gibi üzerine giyenlerin açmazlarını değil, etrafı adamlarla çevrili Rose’un çıkmazlarına da göstermekte oldukça mahir bir film “The Power of The Dog”.
Yılın en iyilerinden…